Uygun adım marş!

Uygun adım marş!

SEVİN OKYAY
Zamanlı Zamansız - 28 Ekim 2017

Biz küçükken, yaşımıza uygun olan bütün milli bayram törenlerine katılırdık. İlkokul 1 ile 2’yi tam hatırlamıyorum ama, 3’üncü sınıfta Cumhuriyet Bayramı töreni sayesinde (yoksa 23 Nisan mıydı?) önemli bir sorunumu halletmiştim. Bayram provaları sayesinde, o yaşa kadar bir türlü öğrenemediğim sağımı ve solumu nihayet birbirinden ayırdım. Benim debelendiğimi gören öğretmenim de ikide bir yanıma gelip, “Hadi bakalım, sol!” diye talimat vermeye başladı. Uğraştım, didindim, sonunda sol tarafımı, özellikle sol ayağımı, nasıl desem, hissetmeye başladım. “Hah!” diyordum, “burası sol.” Ezber olmaktan çıkmıştı artık. Zaten öylesine ezberlersen, sonunda unutuyorsun gidiyor. Ben ise, birkaç günlük prova ve sonundaki ürkütücü yürüyüşün ardından, düpedüz sağımı solumu öğrenmiştim.

İnsanın içine gene de, “Ya şaşırırsam?” diye bir kurt düşse bile, bayramlara katılmayı seviyorduk. Gerçi o sefer sadece yürümüştük ama, aynı yılın 23 Nisan’ında trampet de çaldık. Dile kolay, yavrukurt olmuştuk ama her güzelin bir kusuru var. Kız çocuğu olduğumuz için resmî adımız “yavru kuş”tu, O gün bugün, bana bu şekilde hitap edenlere iki tane çaksam mı diye düşündüğüm olmuştur. Sensin yavru kuş!

Fakat “kuş” da olsan, bu yavrukurtluğun çok iftihar ettirici tarafları vardı. Her şeyden önce, üniforma giyiyordun, fular ve bere takıyordun. Hele anneni “Herkes alıyor,” diye kandırdınsa (kandığını da pek sanmıyorum ya, neyse!), Yükselkaldırım mıydı, yoksa Bahçekapı mı, dükkân dükkân gezip satıcı tarafından bize seçilen trampeti yükleniyor, sonra da ritimlerimizi öğreniyorduk: 1 – 2 – 3 – 4 – 5. En iyisi 1’di: Dan – dan – dan dan dan! Üçü de severdim, ama dört en zoruydu. Sonunda evdekilerin başını hayli şişirsek de öğrendim. Kardeşim çok küçük olduğu için heveslenmedi. Buna karşılık, törende biz geçerken, “Şunlara bakın hele! Ne de ciddi ciddi çalıyorlar!” diyen teyzeyi hiç unutmayacağım.

Sinan yavrukurt da olmamış, trampet de çalmamış. Törenlere de pek katılmadığını söylüyor. Ama üç dört kez 10 Kasım’da, Ziya Osman Saba’nın “O’nsuz” başlıklı şiirini okumuş. Ah işte duyuyorum mesut günler içinden, / Sana “sevimli yüzün asla solmasın” diyen / Bütün adınla dolu o coşkun şarkıları… 10 Kasım, millî matem günüydü. Radyoda neşeli müzikler çalınmaz, Atatürk’ün sevdiği şarkılar tercih edilirdi. Oysa milli bayramlarda, Cumhuriyet’ten bu yana gelmiş geçmiş bütün marşlar çalınırdı. Örneğin Onuncu Yıl Marşı, herkesin bildiği bir marştı. Marş söylemek ya da dinlemek, birlik hissi uyandırırdı. Sanırım hepsi, bugün bile ezberimdedir.

Ortaokulda iki tane millî bayram maceram var. Biri 19 Mayıs’tı, biri de Cumhuriyet Bayramı. Bakıyorum da, Cumhuriyet Bayramı hatıraları hep daha eğlenceli. Oysa o bayramı ne kadar ciddiye alırdım. Zaten ikisinin de eğlenceli olması, fazla ciddiye almamdan kaynaklanıyor. İlkinde, Vatan Caddesi’ne götürüldüğümüz bayramda, sahiden çok yorulmuştuk. Evimiz Beşiktaş’ta, stadımız Dolmabahçe’deyken niye bilmediğimiz yerlere götürüldüğümüzü hiç anlamamıştık. 1950’lerin ikinci yarısı olsa gerek, Vatan Caddesi 1955-56’da açıldığına göre. Demek ki, taş çatlasa 15 yaşındaymışım.

Aşağı yukarı aynı yıllarda bir 19 Mayıs’ta da, Zeynep’le ikimiz, törende Türk bayrağı ile okulun bayrağını taşımakla görevlendirilmiştik. Yanılmıyorsam, okul formalarımızla. Zeynep Türk bayrağı taşıyordu, ben de okulun bayrağını. Birincisi zaten ağır da, ikincisinin bunca ağır olacağı aklıma gelmezdi. Onca sırma, püskül falan… Spor deyince de, okulda ismi ilk akla gelenlerdeniz. Ama nedense, okul 19 Mayıs hareketlerine katılmamış, elin çocukları bembeyaz şortlar, tişörtlerle ortada dolaşırken, biz kalın yünlü ceketlerle, lacivert formalar içinde kan-ter içinde kalmıştık. Öte yandan, bayrakları da ilk defa taşıyoruz, yorulduğunu belli etmek mümkün mü? Hele diğer okullara karşı…

Sonuçta tören boyunca, bayrakları elden bırakmadan, kahramanca ayakta dikildik. Girerken, çıkarken Dolmabahçe Stadı’nda neredeyse tam tur attık. Ben bayram görevi biter bitmez bayrağımı teslim edip dört nala eve gittim. Çünkü birkaç gün önce, Beşiktaş’taki evin merdivenlerinden çöp bidonuyla birlikte düşmüştüm. Sol ayağımın sol dıştakı kemiği çok ağrıyordu. Annem Hazım Bumin Bey’den (Ord. Prof.) randevu aldı. Trafik varmış, biraz geç kaldım. Doktordan çok annemden tırstığım için Postahane civarında, galiba dördüncü kattaki muayenehanesine koşarak çıkmıştım. Elimde Dr. Zaharyan’ın çektiği röntgenler vardı. Yeşil-mavi gözlü, uzun boylu, püskül püskül kaşlarıyla çocuk korkutan Hazım Bey, anneme, “Bu merdivenleri at gibi çıkanın mı ayağı kırık?” diye sormuş. Röntgenlere bakıp beni muayene edince, bu sefer de hanım hanımcık yatıp on beş gün dinlenmezsem ayaklarımın Amerikalı Miss’lerin ayaklarına döneceğini söyledi. Evet, kırıkmış. Öyle prova falan yapıp bayramda yürürsem daha da beter olurmuş. “O gördüğün çatlak var ya,” demişti. “ayağının öbür yanına doğru yürür, haberin olsun.” Sözünü dinleyeceğimi söyledim. Ertesi gün provaya gittim. İlk defa bize bayrak teslim etmişler, kırıktı çatlaktı bahane edip geri verir miyim?

Gerçi çatlak, ayağın öbür ucuna kadar yürümedi ama hayli ilerledi doğrusu. Gene de o yıl gittiğimiz 19 Mayıs Bayramı’nı hiç unutamam. Doğrusu, daha sonra okullararası basketbol ligine kabul edildiğimizde sevindiğimden bile daha çok sevinmiştim. 1950’li yıllardaki bu törenlere katılma sevincinin, güzel yürüyoruz diye alkışlanınca gururlanmanın, bayrak konusundaki ergen hassasiyetinin Kore Savaşı’yla da ilgisi olsa gerek. Bu çok uzaklardaki, masalı andıran, televizyon olmadığı için live olarak izleyemediğimiz savaş gene de hayatımızda, özellikle çok kayıp verilen “Kunuri”si ile yer tutmuştu.

Hadi bakalım, yarın Cumhuriyet Bayramı… Çocuklar gene yollara dökülecek mi? Gene “Uygun adım marş marş!” diyerek Cumhuriyet’i paylaşacaklar mı?

Bilmem ki, biz milli bayramları severdik.

, , , , , , ,
Share
Share