Uzaylım sana söylüyorum, dünyalım sen anla…

Uzaylım sana söylüyorum, dünyalım sen anla…

KUTLUKHAN KUTLU
Mürekkep Kuşu - 23 Aralık 2016

Biz dili dile getirdiğimiz kadar, dil de bizi dile getiriyor…

Bana bu yazıyı yazma isteği veren Arrival (Geliş) filmindeki ve uyarlandığı The Story of Your Life adlı bilimkurgu öyküsündeki kadar dramatik biçimlerde olmasa bile, dille yoğuruluyoruz. Belli bir dilin (hem kelime anlamıyla hem de daha mecazi olarak “dil”den bahsediyorum) içinde kaldıkça, kendimizin dışında bir de “o dili konuşan kişi” haline geliyoruz ufak ufak.

Babil Kulesi mitinden beri dil, bir taraftan iletişimin kendisinin, bir taraftan da iletişimle aşılması gereken – ve hiçbir zaman aşağı bir şeyler düşürmeden, firesizce aşılamayacak hissi veren – bir uçurumun, hem toplaşmanın hem kopuşun temsili oldu bizim için. Dilin internetteki “rağbet darwinizmi”nden payını alarak giderek sıkıştırıldığı ve büyük kitlelerin giderek belli ifade biçimlerine yığılmaya başladığı devrimizde bu toplaşmalar ve kopuşlar daha da dikkat çekici hale geliyor. Artan bir “kendini ifşaat” furyası, herkesi daha “tanıdık” kılarken aslında gerçekten birbirimizi tanıyabiliyor, daha ötesi, anlayabiliyor muyuz? Yoksa yüzeyleri bıkkınlık verecek kadar tanıdık muammalar mıyız birbirimiz için?

İki Şehrin Hikâyesi’nde Charles Dickens, her insanın diğer insanlar için engin bir muamma oluşturduğunu söylemişti. Henry Miller’a göreyse, anlaşmaya niyetli iki kişi, konuşmaları ne kadar tuhaf ve sersemletici bir hâl alırsa alsın, anlaşırlardı.

Stanislav Lem, Solaris adlı romanında işte bu iki kutup arasındaki karşı konulmaz çekimin ortasına balıklama dalar. İnsanın engin muammasının yerine bambaşka bir varlığın, insana hiçbir benzerliği, onunla hiçbir ortak noktası keşfedilememiş bir “uzaylı bilinç”in muammasını koyar. Bu muamma, bildiğimiz anlamda bedenli bir şey değil, bir koca umman, bir okyanustur! Uzak bir gezegenin, Solaris’in yüzeyini kaplayan bu okyanus, insanın onu anlama çabalarına tamamen direnir: İnsan onun ne “yaptığının” binlerce sayfa kaydını tutmuş, hatta bunlar üzerinden muazzam gözlemler silsilesinden ibaret bir “Solarisbilimi” kurmuştur; ama asıl amaç konusunda, yani okyanusun “ne yapmak istediği” konusunda bir gıdım yol gidememiştir. Yani Solaris ummanının derinliklerine nüfuz edememiş, Solaris’in “edebiyatını” üretememiştir.

Çünkü nihayetinde, bizim dimağımızın alacağı biçimiyle, ortada anlaşılacak bir şey yoktur. Ve Lem, bu çıkmazı, başka bilinçli varlıklar bulma arzumuzun üzerine yorum yapmak için kullanır: “Başka dünyalara ihtiyaç duymuyoruz. Aynalara ihtiyaç duyuyoruz. Başka dünyaları ne yapacağımızı bilmiyoruz. Tek dünya, kendi dünyamız bize yetiyor; ancak onu da olduğu gibi kabul edemiyoruz.”

Gelgelelim, “başka dünyalar”ın güç bela köprü uzatılabilir dünyalar olduğu öyküler de var ki, insana kurgulanmış bir yabancı-dimağ üzerinden bakarak, insan üzerine, anlama, anlaşılma ve anlatma tutkuları üzerine ilginç sözler söylüyor, çarpıcı resimler ortaya koyuyorlar.

Mesela, China Mieville’in Elçilik Kenti’ndeki Ariekalılar yalan söyleyemeyen varlıklardır. Spekülasyona ve yalana, dillerinde, yaşamlarında yer yoktur. Bunun sonucunda metafor da kullanamazlar, bir benzetmeye sahip olmak için bile o benzetmeyi gerçek hayatta “icra etmiş”, yani basbayağı “benzetmenin kendisi olmuş” bir gönüllü insana ihtiyaçları vardır. Yalana gelince, kendileri için imkânsız olsa da yanıbaşlarında yaşayan ve “insan” denen türün bu tuhaf özelliği onların fena halde merakını celbettiği için, “Yalan Festivalleri” düzenlerler ve bu festivallerde yalana benzer bir şeyler söyleyebilmek için dimağlarını ve bedenlerini zorlarlar!

Ardında bir “bilinç” olmadıkça dili anlamak şöyle dursun, duyamayan bile bu varlıklarla, onların çift-sesli dilini konuşmak için “Elçi” denen klon çiftler yetiştiren insanlar arasında uzatılan köprü, çok uzun ve meşakkatli bir köprüdür şüphesiz… Üstelik tüm çabalara rağmen, zenginleştirdiği derecede kirletme, yıkma potansiyeline de sahiptir. Nitekim bir noktada Ariekalılar’ın dili, insanlar tarafından “zehirlenir”. Steven Spielberg’in ümitvar uzaylı öyküleri Close Encounters of the Third Kind ve E. T. gibi müzik notalarıyla ve birbirine dokunan parmak uçlarıyla, kısaca “iyi niyet ve insaniyet”le üstesinden gelinen dünyadan epey uzak, değil mi? Öte yandan, “iletişim” fikrinin, “dil”in doğasına, işlevine ve bizi nereye götürüp nereye götüremeyeceğine dair, çok daha derin düşüncelere sürüklüyor insanı.

Iain M. Banks’in The Culture denen harikulade bilimkurgu serisinden Player of Games’de ise (biraz serbest bir çeviriyle Oyun Ustası diyebiliriz) geleceğin büyük bir uzay uygarlığında yaşayan kahramanımız, bugünün mütevazı “yerküreyle sınırlı” insanları olarak bile gayet iyi anlayabileceğimiz ve aslında bir sürü ortak noktaya da sahip olduğu bir “yabancı kültür”le temas kurar, ama Solaris ya da Elçilik Kenti çapında bir uçurumun söz konusu olmadığı bu karşılaşma dahi, onun zihninde ciddi şok dalgaları yaratır.

Banks’in kitapları, Sapir-Whorf hipotezi olarak da anılan “dilbilimsel görecelik” fikrinin vakıa olduğu bir evrende geçerler: Bu kitaplardaki karakterler başka bir dile maruz kaldıkça, o dilin kabullerini, varsayımlarını, değer yargılarını da ister istemez benimsemeye ve evreni o süzgeçten geçirerek algılamaya başlarlar. Dolayısıyla da kahramanımız Jernau Morat Gurgeh, kendi daha “medeni” medeniyeti The Culture’ın kullandığı özel tasarlanmış Marain dili yerine Azad adlı imparatorluğun kullandığı, daha organik gelişmiş ve daha çok saldırganlığa, yargılamaya meyleden Eächic dilini konuştukça – ve bu kültürün kalbi denebilecek Azad oyununu oynadıkça – bir tür kişilik değişimi geçirmeye başlar.

Çevrenin insanı yaratması üzerine, dili ve kültürü merkeze koyan müthiş bir hikâyedir bu. Banks’e göre, başkalarını anlamak beyhude bir çaba değildir, ama başkalarını anlarken “kendin” kalmak beyhude bir çaba olabilir.

Arrival’a gittiyseniz karakterlerden birinin adının Ian, diğerinin soyadının Banks olması dikkatinizi çekmemiş olabilir, ama besbelli ki film, üç sene önce yitirdiğimiz müthiş İngiliz yazarına selam gönderiyor. Şaşırtıcı da değil bu, çünkü Arrival, Edward Sapir ve Benjamin Whorf’un adıyla anılan dilbilimsel görecelik hipotezine belki de bugüne dek en açık şekilde sırtını dayayan hikâye: Hipotezi adıyla anıp seyirciye kısaca açıklıyor bile!

Film ve uyarlandığı Ted Chiang öyküsü The Story of Your Life, “gerçekliğimizi dilimiz oluşturur” argümanını sahnelemek için radikal bir senaryo kuruyor: İnsanın karşısına, onun gerçekliğine alabildiğine yabancı bir gerçeklik koyuyor. Hikâyenin uzaylıları, yani Heptapodlar, zamanı insanın algıladığı gibi algılamıyorlar. Zaman onlar için doğrusal değil, her “an”ı bir arada olan bir şey; bu temel farklılık dillerine de yansıyor, bizimkinden bambaşka sonuçlar ortaya çıkarıyor. Anlatıcımız dilbilimci Dr. Banks de bu dili öğrenmeye, kullanmaya devam ettikçe, zihni geçmişin, şimdinin ve hatta geleceğin bir arada bulunduğu bir zamansızlığa evrilmeye başlıyor. Ve “dışarı”yla temas kurayım derken, giderek daha çok “içeri” yolculuk yapmaya başlıyor; hatta yavaş yavaş dışarısı bir “performans”a, içerisiyse bir tür özgürlük alanına dönüşüyor.

Peki, dilbilimci Ives Goddard’ın dediği gibi, aslında uzaylılarla ilgili değil, bizimle ilgili bir öykü mü bu? Nihayetinde, tabii ki öyle. Ve Ted Chiang bunu edebi araçlarında da sergiliyor. Özellikle de her yöne doğru serbestçe gezinen zaman kipi kullanımında.

“Sen lise birinci sınıftayken yapacağımız bir konuşmayı hatırlıyorum,” diyor öykünün anlatıcısı Dr. Banks. Görünürde, ölmüş kızına hitap ediyor. Başka bir zamandaki kızına. Dolayısıyla en büyük uçurum, anneyle “konuştuğu” kız arasında. Bunu düşününce, sormadan edemiyor insan: Sahi, anlatıcılar nerede yaşar, hangi zamanda, hangi evrende var olurlar? Nerede isterlerse orada, değil mi? Eh, boşuna “tanrı gözü”ne sahip değiller ya! Öte yandan “tanrı gözü” bile anlatıcımızı bazı uçurumlardan kurtarmıyor. Mesela, anne kız uçurumuna ne dersiniz? Önünde tüm yaşanmışlar ve yaşanacaklar açık bir kitap gibi duran biri bile, çocuğuyla iletişim çıkmazlarından ve kazalarından kaçamıyor – ve güvenli ve “hasarsız” iletişim için sığınağını işte bu tek yönlü anlatıda buluyor.

Fizikçi Julian Barbour, The End of Time (Zamanın Sonu) kitabında, The Story of Your Life’da anlatılana çok benzer bir zaman fikri ortaya koyar: Evrende pekâlâ zaman diye bir şey, bizim algıladığımız şekilde bir sıralılık olmayabileceğini, zaman algımızın, zihnimizin çalışma biçiminin ve ihtiyaçlarımızın eseri olabileceğini anlatır: Evreni anlayabilmek için işlerin sıralı olmasına, sebep-sonuçla bağlı olmasına ihtiyacımız vardır, o yüzden her şeyi öyle yaşarız.

Kim bilir, belki de hepsi temelde öykü anlatıcı tabiatımızdan, öykü anlatma ihtiyacımızdan doğmuştur. Hem sonra, Sapiens yazarı Yuval Noah Harari’nin dediği gibi, kurguladığımız öyküler bizim için bir gerçeklik haline geliyorsa, uzaylılarla konuşmaya ta 19. yüzyıl sonundan başlamışız demektir!

Uzaylılar bizi duymuyor, anlamıyor mu diyorsunuz? Eh, o zaman da bütün bu arayışlarla en azından kendimizi kendimize anlatmak için bir sürü yeni yol bulduk demektir…

, , , , , , ,
Share
Share