Yalabık Çoban
Shkumbin ırmağının kuzeyinde yaşayan Gegalar’ın türküleri kadar masalları da pek meşhurdur. “Kartallar Ülkesi” adını vermişlerdir topraklarına.
Güneş batıp çıktı, ben dönüp durdum.
Büyüdükçe yaklaştım bulutlara.
Bir zıplasam uçardım belki ama dönüş yoktu bulutlardan.
Latife Tekin
Eski Yugoslavya Arnavutları, Jolandji Čoban derler ona. Birçok Balkan ezgisi gibi bu yanık türkünün de orijinali hâlâ belli değildir aslında; öyle ki, sayısız versiyonunu işitmek mümkün. Yöresi, kimi yerlerde Gümülcine diye geçse de kimi yerlerde Moldovya, bazen de Yugoslavya olarak geçer. Ben ise en çok Gegaların, yani kuzeyli Arnavutlar’ın dilinden dinledim onu.
“Oğlan oğlan, kalk gidelim. Tuna’nın boyunda koyun güdelim… Şu elinlen, saçından bana yap yorgan. Ne güzel oğlan, yalabık çoban…”
Yalancıdır, yalabık çoban. Çapkındır, aldatır. Üstü başı buram buram Granitza kokar. Güzeldir, baştan çıkarıcıdır. Gözleri, kızgın ateşin üzerinde yanan kömürler gibi, sanki şuh birer zenci… Öyle bir bakar ki, hani felek görse, onun uğrunda kıyamete kadar bir ayak üzerinde beklemeye razı gelir. Bir kirpiğinin ucu yeter de artar bile Tunalı kızları yatak döşek hasta etmeye. Dağlardır onun evi, bozkırlardır. Bir gitti mi, günlerce dönmez geri. Ol sebepten olacak, “Kimsenin gözü yolda kalmasın,” diye dert yanar Gega kızları, “Zira yolcu beklemek yürek sarartır…”
Shkumbin ırmağının kuzeyinde yaşayan Gegalar’ın türküleri kadar masalları da pek meşhurdur. “Kartallar Ülkesi” adını vermişlerdir topraklarına. Kırmızı renkli bayraklarının tam ortasında çift başlı bir kartal vardır. Yarı çoban, yarı cenkçidirler. Bilhassa dağlara meyyaldir onlar. Canlı ve manalı ela gözleri, ince ve kavisli kaşları, kemikli alınları ve çıkık elmacıkkemikleriyle her daim soylu bir duruş tutarlar. Çok kere alınlarına doğru eğik, küçük, kırmızı birer takke giyerler. Kahverengi yünden dokunan kırmızı, işlemeli bir pelerin dökülür omuzlarından yere. Neşelidirler. Fakat çabuk ve acelecidir öfkeleri de. Ne olursa olsun, özgürlükten yanadır gönülleri. Öyle ki, felek iki kat olup da belini kırmadıkça, kat’a bir Gegalı’nın özgürlüğünü elinden alamazsın, derler.
Hayalcidir Arnavut kızları. Sıkı birer düş militanıdır onlar. Tüm Gega masallarında bahsi geçen kızların sevdaları sonsuzdur misal, ya vuslat ya ölüm misali… Pek çoğu, adına “Dolunay Çobanları” denilen, üstü başı toz duman dağ delikanlılarına kaptırmıştır gönlünü. Bir bakışıyla insanı taşa dönüştüren dişi nympha’larla savaşırlar sevda uğruna. Sinesi güzel çobanları tuzağına düşürmek için kara büyüler savuran cadılardır nympha’lar. Düzenbazdırlar. Kırmızıyı mavi ile, sirkeyi bal ile karıştırırlar. Sevgileri kin iledir hep. Hiçbir Gega kızı onun kumundan emniyette ve hiçbir dolunay çobanı onun şehvetinden selamette değildir. Fakat tüm Gega mitlerinin sonunda, Arnavut kızları sevdalarının kuvvetiyle alaşağı ederler bu kara cadıları. Ne ki, bekledikleri vuslat gene de gelmez. Zira hep yalancıdır çoban, hep delişmen, hep konup uçan. Göz değdirdikleri kızların yüreği ille de bağrı yanık bir susuzun ayağı gibi çamurdadır. Hep uzaktır çünkü pınar, bir türlü varılmaz kıyısına. Masal biter, yalabık çoban dağına döner, kızların can evine ateşler düşer. Vuslat hayali içinde gelip geçen günler, saçlarına kır renkli inciler döker ve her inci, birer türküye döner. O vakit susuzluğun ve sevdanın acısıyla yankılanır durur ezgiler;
“Siyah kömür neden siyah iken kırmızı oluyor? Siyahın üstünde bir renk olmadığı halde, ateş neden siyahı kırmızı yapıyor? Ah ateş… Acaba bu hileyi, bizim saçlarımızın rengini beyaza döndüren o yalancı çobandan mı öğrendi?..”
Özlem ve fırtına kırıklarıyla dolu bu türküyü ne zaman dinleyecek olsam, hep aynı şeyi düşünürken yakalarım kendimi. Her ezgi, sevda büyüten incecik bir ıslık gibi gelir o an. Güneş batıp çıkar, dünya dönüp durur. Ve sözleri kime ait olduğu bilinmeyen bu yanık türkünün sahibi bir türlü gitmez aklımdan. Susuzluğu dağlarda, bozkırlarda, ateşlerde kalan bir Gega kızı canlanır hayalimde. Kimsenin gözü yolda kalmasın, diye mırıldanırım kendi kendime. Çünkü yolcu beklemek yürek sarartırmış, malum; bunu da gözleri yollara tutunan bir Arnavut kızı öğretti bana.
—