Yalnızlığın ve Sözcüklerin Sınırında…
“Ben yalnızca tenini tanırım yeryüzünün
Ve bilirim adı olmadığını…”
Pablo Neruda
Astrofizikçilerin, “Tekilsellik” adını verdiği teoreme göre, kritik bir yarıçapın altına inen her yıldız kaçınılmaz olarak tekilselliğe düşer ve zaman, orada bütünüyle anlamını yitirir. Buna bir karanevi “Karadelik” de diyebiliriz. Çünkü, başlangıçta bir karadeliğin oluşması için bir yıldızın ölmesi gerekir. Yıldız sönmeye başladığında, bütün artık maddeler – yani yaşanmışlıklar, yenilgiler, kayıplar, acılar, anılar, pişmanlıklar, keşkeler – merkezine doğru çekilir ve bir vakit sonra yıldızın merkezi – yani kalbi – öylesine ağırlaşır ki, bir çay kaşığının ağırlığı bile koca bir dağ kadar olur. Öte yandan, ne derler bilirsiniz, hiçbir karadelik tam manasıyla bir son değildir. Çünkü orada; o dipsiz, o derin, o karanlık boşlukta ancak ve ancak içine düşenlerin tanımlayabileceği türden olağanüstü bir enerji gizlidir. Yıkımın, yenilginin, yorgunluğun ve vazgeçişin doğurduğu devasa bir enerji… Parçalanan hayatlar, hatıralardan oluşan toz bulutları ve insanın içine, tam kalbinin üstüne çöreklenmiş bir yığın soğuk kütle… Sıcaklık, karanlık, yalnızlık, sonsuzluk… Karadeliğin içinden dışarı fırlayan parçacıklar ve en nihayetinde yeniden doğmayı başarabilen kahraman yıldızlar… Hepsi de patlamaya hazır, isyankâr bir bomba misali oradadırlar, her an yeniden var olabilir, her an dağılabilir ve her an farklı noktalara doğru savrulabilirler.
Yine aynı teoreme göre, kendini yeniden doğurmaya yetecek olan gücü bir biçimde bulabilmiş olan o yıldızın, içine düştüğü karadelikten kurtulmak üzere az da olsa bir şansı vardır. Ne ki, o gücü kendinde bulamayan bir diğer yıldız ise mutlak suretle karadeliğin içinde kaybolup gitmeye mahkûmdur. Bilim adamları buna, “Yaradılışın Düzensizliği” ismini vermişler. Başka bir deyişle; adına dünya denilen şu koca topun içinde süregelen her şey olması gerektiği gibiymiş yani. Yaşam ve ölüm iç içe, birinin yokluğu bir diğerinin varlığına ilmek atarken atmosfer bile ürperiyormuş kendince.
Usta Şair Pablo Neruda’ya göre karadeliğin içinden dışarı fırlayan parçacıklardan biri de “söz”dü. Öyle ki, sözcük, kan içinde gelmişti bu dünyaya. Son anda delikten dışarı çıkmayı başarabilmiş, şanslı, fakat yara bere içinde, cılız bir ufaklıktı o. Tabii büyüdü sonra, karanlık bir bedende, ufak ufak yürek atışlarıyla… Ardından uçup gitti dudaklardan ve ağızdan. O sözcüğün, o ilk söylenen sözcüğün etkisi bir su ürpertisi kadardı belki. Bir küçük damla. Ama yine de, koskoca bir çavlan gibi uğuldamıştı insanoğlunun kulaklarında.
Nasıl olduysa oldu ve daha sonra anlamla doldu sözcük. Gebe kaldı ve doldu yaşamlarla. Doğumlarla, yeni yeni dirilmelerle… Öz ve var oluş birbirine karıştı böylece.
“Havadaki bütün bu sözcük akımının farkında olarak, başımın çevresinde gezinip duran rüzgârların yarattığı girdapla yazdım,” diyor şair. “Hem kanadım, hem üşüdüm, hem yazdım… Zaman zaman bazı sözcükler adeta son bir intihar patlaması misali kopup gelseler de üzerime, bir karadeliğin karamsar yüreği gölge etse de kalemime, hatta son derece acı verici de olsa bazen, hakikatte sözcüklerimi hep çok sevdim ben. Gene de umutla bağlandım onlara. Oysa pek çoklarının umudundan belirsiz bir iskelet kalmışken geride ve onlar ki, gökyüzüne borcunu ödemekteyken şimdi bir yerlerde, ben yine de umutla düğümledim kendimi sözcüklere. Hüzünlü bir gülü devşirmenin, gökten kopup gelen bir yıldızı avuçlayabilmenin, bir külü ellerinle toprağa gömebilmenin ve yükselişinde ışığın, uyuyanlarla birlikte uyanmanın ya da sürüp gitmeyi bir düşte, ötesine ulaşmayı kıyısız bir denizin… Oklarla, ateşlerle, çiçeklerle kıvrılıp giden bir gecenin, evrenin, delik deşik edilmiş gölgelerin, hiçbir şey bilmeyen birinin, kâğıda kondurulmuş o ilk ve belli belirsiz dizenin güzelliğini de sözcüklerle gördüm.
Yuvarlanıp gittim yıldızlarla, yüreğim boşandı sonra rüzgârda…”
İçimdeki ağır kapı, Neruda’nın bu incelikli metniyle birlikte sarsılarak açıldı bu hafta içi. Eminim, bu cümlelerin bazı damlaları benim nehrimde akmaya devam edecek ve daha nice gizemle beslenerek, kabaran sellerdeki bir sonsuzluktan katılan başka damlalara karşın, yalnızlığın, suyun, şiirin ve şairin izleri anılarımdan asla silinmeyecek. Biliyorum. Sözcüklerin kuvvetine ve kalıcılığına sıkı sıkıya inanıyorum çünkü. Ne ki, bazen dil, uzanıverirmiş ya hani tâ saç köklerine kadar. Dudaklar kıpırdamadan konuşurmuş, ağız ve gözler sözcük kesilirmiş birdenbire. Sözcükler, sanki birer insan suretindeymiş kimi zaman.
Ve an gelir cama cam niteliği verirmiş sözcükler. Kana kan ve yaşama yaşam…