“Yazan İnsan”dan “Tuşlayan İnsan”a…
Marshall McLuhan’ın yüksek tesirli medya teorisi kitabı Gutenberg Galaksisi, “tipografik insanın oluşumu” alt başlığını taşır. Bana her zaman son derece şık bir adlandırma gibi görünmüştür bu. Öyle ya, türümüzü tanımlamak için homo sapiens yani “bilen insan” diyoruz, ama bilginin suretleri mağarada durduğu gibi durmuyor ki! Bilen insan içinde de, konuşan insandan yazan insana, ardından matbaa eseri basılı harf insanına, yani tipografik insana evrildik. Sonra hızla çoğaltılıp yayılabilen yazılı sözün Gutenberg galaksisinden, elektrikle beslenen kitle iletişim araçlarının “Marconi galaksisi”ne geçiş yaptık (radyonun mucidi Guglielmo Marconi). Şimdiyse, yeni bir galaksinin yeni insanları olmakla meşgulüz: Kimine göre homo digitalis, kimine göreyse homo interneticus. Bu galaksi bir yandan bilgiye nasıl ulaşıp onu nasıl sakladığımızı radikal biçimde değiştirirken, bir yandan da aslında yazı alanında tipografik harfin hükmünü neredeyse mutlak kılıyor ve zaten var olan bir meyli giderek dikleştiriyor: Elyazısına yabancılaşma meyli.
Ben klavye tuşlarıyla çok erken tanıştım. Küçüklüğümden beri, etrafımda bir şekilde işi yazmak olan insanlar vardı ve bu insanlar, neredeyse istisnasız şekilde, bu iş için kalemle kâğıdı değil, klavyeyi kullanıyorlardı. Daktilo klavyesini. Tı-tık tık tık tık tı-tık tı-tık! Geceleri geç saate kadar süren işlerin bitişik odasında bu tuş sesleriyle uykuya dalışlarımı bugün bile büyük bir berraklıkla hatırlıyorum. Belki bu yüzden, hâlâ kafamda daktilo sesi huzurlu bir normalliğe, hatta bir nevi fonetik mahmurluğa sahiptir. Bir şey çocukluğunuzla böyle doğallıkla içiçe geçmişse, onu ne kadar “yapay, mekanik ve soğuk” bulabilirsiniz ki? O yüzden, klavye benim için hiçbir zaman o “kişisellikten uzak, yeni, korkutucu teknolojik dünya” fikrinin bir parçası olmadı. Yazının ve hayatın bir parçası oldu.
Kaldı ki, el yazım her zaman berbattı. Daha ilkokulda dersleri iyi olduğu halde el yazısı pes dedirttiğinden, öğretmeni tarafından sınıfta bırakılmakla tehdit edilen birinden bahsediyoruz sonuçta! Yazar Janet Finch, “El yazısı berbat biri olarak bilgisayarı çok seviyorum, hayatım boyunca bilgisayarı bekledim,” demiş ya… İşte benim için de aynısı geçerli. Zaten gazeteci, yazar, çevirmen tayfasına aşinalığımdan dolayı çocuk aklımda kalem ve kâğıt heveskârın, klavye ise profesyonelin mecrasıydı… Lise bittikten sonra çalışma zorunluluğu doğunca ve kendimi dergicilik işinde bulunca, klavyeye “terfi etmiş” oldum.
Gelgelelim seneler sonra kalem ve kâğıtla uzun uzun not almam gerekip de elimin aklıma hatırladığım doğallıkla itaat etmediğini, hatta düpedüz yazmakta zorlandığımı fark edince dehşete düştüm! (O gün bugündür yanımda her zaman kalemle kâğıt taşıyor ve onlara mümkün olduğunca başvuruyorum).
Evet, ben kendi yazı evrenimde tipografik galaksiye erken geçtim belki, ama izole bir vaka değil tabii ki bu. O zaman girdiğim meslekte son derece normaldi (tıpkı şu yazıyı yazarken bile kullandığım F klavye gibi), şimdiyse herkes için çok erken yaştan itibaren normal. Hâlâ okuma yazma elle yazarak öğreniliyor, ama bunun ötesinde, yazıyla ilişkimiz neredeyse tamamen kâğıt-kalemden klavyelere taşınmış durumda. Yazmıyoruz, “tuşluyoruz”. Ama düşünürseniz, tıpkı dijitalleşen fotoğraflarımız gibi, yazılı sözlerimiz de giderek bir “ara teknoloji” olmaksızın erişilemez hale geliyor bunun sonucunda. Öyle ki, yazısever bazı çevreler “el yazısı”nın iyiden iyiye yok olmaması için projeler geliştirmeye, cemiyetler kurmaya başladılar!
Bir zamanlar Jean Cocteau, “Sinema, ancak malzemeleri kalem ve kâğıt kadar ucuzladığında sanat olabilir,” demişti. Kamera epey ucuzladı ucuzlamasına da, yazı yazmak için en yaygın kullandığımız malzemeler pahalandı! Hatta çoğumuz için ikisinin aynı fiyatta olduğunu söyleyebiliriz, çünkü artık pratikte ikisi de akıllı telefon anlamına geliyor. Daha bu yeni binyılın başlarında, yani akıllı telefonlardan önce, Japon gençler kendilerine “başparmak nesli” demeye başlamışlardı bile (Bu isim gençler arasında telefonla mesajlaşmanın yaygınlığından geliyordu elbette). Şimdi işin nesli filan kalmadı, mecazi olarak tamamen “başparmak insanlığı”na dönüştük. Üstelik anlaşıldığı kadarıyla, Japonlar’ın kendileri “başparmak nesli”ne, hatta genel olarak dijital dünyaya geçişin bedelini benim seneler önceki birdenbire kalem ve kâğıtla yazmakta zorlandığını fark etmiş halimden daha ağır ödüyorlar. Son derece teferruatlı ve çok sayıdaki harflerinin nasıl yazıldığı konusunda giderek yaygınlaşan bir unutkanlıkla (Bu ilginç durum, söz konusu harflere “kanji” dendiği için “kanji amnezisi” olarak tanımlanıyor).
Peki gerçekten ne kadar önemli, harfleri yazabilmek? Japonlar için –yahut bizim için? Yazıyı tanıyor ve tuşlara bakarak üretebiliyor olmamız yeterli değil mi? Dünyanın yüzüne, somut bir yüzeye not bırakamamanın ve tıpkı parmak izi gibi bize ait eşsiz bir “imza” olan el yazımızdan olmanın hazinliğinin ötesinde, romantik bir fikir mi acaba el yazısının asaleti? Yoksa elle yazmayarak, temel bir şeyleri de kaybediyor muyuz?
Öyle gibi görünüyor. Öncelikle de hatırlama konusunda. Son yıllardaki araştırmalar, elle yazdığımız bir şeyi “tuşladığımız” bir şeye kıyasla, uzun vadede daha iyi hatırladığımızı gösteriyor. Bunun sebebi, elle yazmanın tuşlamaya kıyasla daha karmaşık bir işlem olması ve beyinde daha kalıcı bir iz bırakması. Hatırlamak istediği her şeyi bir yere yazarak büyümüş (ve neyse ki, seneler önceki o acı not alma tecrübesinden sonra bu alışkanlığı derhal geri edinmiş) biri olarak bana gayet doğal geliyor bu: El yazım ilkokulda şekliyle başıma ne kadar dert açsa da bir taraftan da kurtarıcımdı, doğrudan beynimdeki kayıt dairesine giriş yapabilen bir vasıtaydı adeta.
Bir ikinci sonuçsa, çoğumuzun elle yazma hızının klavyeyle yazma hızından daha düşük olmasının eseri: Üniversite öğrencileri arasında yapılan bir araştırmaya göre, özellikle not alırken “tuşlayanlar” yazdıkları üzerine pek de kafa yormuyorlar, tabiri caizse daha “mekanik” bir işlem halini alıyor not tutmak. Bunun sonucunda çok fazla not alıyor ve aldıkları notların çok azını hatırlıyorlar. El yazısıyla not tutanlar ise daha yavaş yazdıklarından, kafalarında hızla bir özet çıkarıp seçerek, yorumlayarak yazmak zorunda kalıyorlar. İşte bu “süzme” işlemi, not almayı daha az mekanik, daha etkin bir faaliyet haline getiriyor ve yazılanların daha iyi hatırlanmasını sağlıyor.
Genel olarak bilginin muazzam arttığı, yorumun ise arkada kaldığı yeni çağı çok iyi tarif eden bir durum değil mi bu?
Yazar Clive Barker’a bakarsanız, “tuşlayan insan”ın farkı bununla da sınırlı değil. Kelime işlem programıyla yazdığında, yazarın üslubuna “bir şey olduğunu” söyleyen Barker, nitekim günümüzde yavaş yavaş ortaya “kelime işlemci üslupları çıkmaya başladığını” ileri sürüyor. Ve kendi tecrübesinden yola çıkarak, yüzlerce sayfalık bir kitabı elle yazdığınızda, hiçbir kelimeyi değeceğinden emin olmadıkça yazmadığınızı ifade ediyor!
Ne yalan söyleyeyim, aklıma, yazılmış onca yazıdan bile önce, klasör içinde klasörlerin derinliklerinde bekleyen, hepsine bakmaya ömür yetmeyecek dijital fotoğraflarımız geldi.
Eskiden, distopyalarımızı hep “yokluk” üzerine kurardık. Ama belki de homo digitalis’in asıl sorunu yokluktan ziyade, çokluk! En azından yazı söz konusu olduğunda, bu çokluğu süzmenin formüllerinden biri “elimizde” gibi görünüyor.