Yeni Kadın
“Hayatta her şey sınıf sınıf…
Kadınlar da öyle değil mi?
Selma Hanımefendi, Nevzat Hanım, Pakize,
sonra Pakize’nin kardeşi olduğu hâlde mesela büyük baldızım…
Hepsi ayrı cinsten…
Daha niceleri var. Kâinat lâhana gibi, yaprak yaprak, kat kat…”
Ahmet Hamdi Tanpınar
19. yüzyıl sonlarında dünya hızla değişmeye başlarken, beri yandan da alışılagelmiş normları çiğnemeye başlayan “yeni kadın”, bir dönemin perdelerini indiriyordu. Oysa daha dün, “Yaradılışa sonradan dâhil olmuş bir varlık,” diye yazıyorlardı onun için. Hem baştacıydı, hem lanetli… Kafa karıştırıcıydı bazen. Kimi zaman bereket dağıtan göğüsleriyle heybetli bir ana tanrıça, kimi zaman da cadı sıfatıyla üstünde çamurlu bir elbise; engizisyonun darağacında… Hakkında bir türlü karar verilemeyendi o. Kadındı… Hiçbir zamanın, hiçbir hikâyenin endazesinde eşitlenemeyendi ne de olsa. İyinin de kötünün de daimi emanetçisiydi. Olymposlular’a tutku ve aşkla beraber nefreti öğreten Hera’ydı; mutlu bir tesadüf eseri Gılgamış’ın ömrüne sızan, vahşi, fakat sadık Enkidu’ydu; Sezar’ın sevdası uğruna hemcinslerini Nil’in sularında boğduran Kleopatra’ydı. Kadındı bu; hem yıkıcıydı, hem teşviki tatlı. Biçimden biçimeydi. Her an, her demde ve her hâlde olabilendi.
Bulanıktı geçmişi… İlk günah onun boynuna, palas pandıras düşüvermişti yer âlemine. Ama altın, ama demir, ama çamur; nice hikâyeye, nice türlü konukluk etmişliği vardı. Sonra, 19. yüzyılda temelden değişmeye başlayan dünya ile beraber, o da değişiverdi birden. Başkalaştı ve aynı anda iyileşti sanki. Sevgi Soysal’ın deyişiyle, “Bir ilkbahar tadında, bir ilkyaz dondurması telaşıyla, apansız güzelleşiveren çirkin kızlar gibiydi şimdi.” Müphemler ülkesinin solgun gölgesi, “yeni kadın” imajıyla modern çağın kapısını açmış ve içeriye adımını atmıştı. Sahi, kimdi bu kadın?…
Şüphesiz, çok isim var sayacak. Lâkin, ben bugün sadece birinden söz edeceğim. O biri ki; klasik kadın imgesini yerle yeksan eden ve ki bilinen pek çok efsanenin dayattığı, iç içe geçmiş, üst üste yığılmış her türlü kadınlık idealini silip süpüren biri… Zekânın, sözcük ve düşünceler arasındaki dansı; kadına ilişkin yaratıcı girişimlerde bir başkaldırı pusulası: Mina Loy…
Kadınların, “modern kadın” olarak kimliğini kazanmasında azımsanamayacak denli önemli bir rolü vardı Loy’un. Bir dönemin ağıtsal ve alımlı, buruk ve doyumsuz, kıskanç ve mağrur, iyi ve kötü arasında harf harf, cümle cümle tel kıran kadın ruhunun içsel zorbalıktan ve önyargılardan sıyrılması yönünde büyük adımlar attı. Öyle ki, serbest uyakla yazdığı şiirlerini, kadının geleceğe uzanan yoldaki “çıplak ve hür” ayakları olarak görüyordu. Bu yüzdendir ki, şiirleri ve oyunları ile “yeni kadın”ın rönesansı olmayı başardı. Onu okuyanlar, şiirlerinde geçmiş tanrıçaların her birinden, ayrı birer güzellik buldu. Hata yapma yeteneği, günaha meyli, aşkı ve bilgisiyle, Loy’un mısra endazesinde kadın ve erkek eşitten öte, denktiler artık birbirlerine. Kutsal elma, tam manasıyla pay edilmiş, kadının ilahi tutkusu erkeğin ebedi onuru olmuştu.
Öte yandan ne derler bilirsiniz; “Özgür olmayan bir toplumda, özgür kadın bir zalimdir…”
Yazık ki, Mina Loy da şu dünyada yeterince anlaşılamamış ve mutlak suretle gözden kaçırılmışların kafilesine katılıp gitti… “Açık sınırlarda asla dolaşma,” diyen yerici bir zihniyet tarafından, şiiri de kendisi de hiçe sayıldı. Ezici ve yıkıcı bulundu. Ve hızla gömüldü tarihin sayfaları arasına.
Mina Loy gibi, daha kaç kadın gelip geçti yanı başımızdan kim bilir… Kaçını gerçekten gördük, kaçıyla gerçekten tanış olduk bilinmez. Malum; herkesi, her şeyi bilmek güç… Tıpkı kâinat gibi, tıpkı dünya gibi, insanlar da lahana misali, yaprak yaprak, kat kat…
Fark; kanatlarının arasından yepyeni bir tüy doğurabilmekte belki.
Fark; yanındakilerden bir adım öteye yürüyebilmekte.
Hâl böyle olunca, bedenlerin bir hükmü kalır mı geride, bilmem;
Ha kadın olmuşsun, ha erkek…
Ben sana, sen bana;
Suya eğilir gibi eğilmiş bakıyoruz işte birbirimize.