Yüzyılın efsanesi: Fedal Finali
Geçen Pazar, Melbourne’de düpedüz bir mucize yaşandı. Tenis Açık döneminin iki büyük yıldızı, iki ebedi rakibi, hayli zamandır Grand Slam* unvanından, hatta Grand Slam finallerinden uzak kalmış İsviçreli Roger Federer ile İspanyol Rafael Nadal, Avustralya Açık finalinde karşı karşıya geldi. Tenis meraklıları bu finale hemen iki büyük ustanın rekabetine verilen adı taktı: Fedal. Daha birisi yarı final, diğeri (Nadal) çeyrek final maçlarını oynamadan önce, heyecan dalgalar halinde yükselmişti zaten. Tenis Hall of Fame’in (Onur Listesi) yeni üyesi Andrew Roddick, bir değerlendirme yapmıştı:
“Bu maçın tarihi önemini düşünün. Rafa kazanırsa, Roland Garros’un hemen öncesinde Grand Slam sayıları 15-17 olacak. Roger kazanırsa, 18-14. Bu fark kapanır mı, bilmiyorum.” Roddick’e göre, ikisi oynarsa bu Avustralya Açık tarihinin, hatta belki Grand Slam tarihinin en büyük maçı olacaktı.
Sahiden de öyle oldu. Turnuvayı çok erken terk eden Djokovic ile (Sir) Murray’in yokluğu elbette bu iki müthiş tenisçinin önünü açmıştı ama, Grand Slam unvanlı çok iyi tenisçiler halen piyasadaydı. Federer finale Tomas Berdych, Kei Nishikori ve Stan Wawrinka’yı yenerek gelirken, Nadal da Grigor Dimitrov ile beş setlik kıran kırana, beş saate yakın bir yarı final maçı çıkardı.
İnanılmaz bir gündü. Yıllardır çeşitli sakatlıklarla boğuşan, bir daha Grand Slam finali göremeyeceklerine inanılan Roger Federer ile Rafael Nadal, Rod Laver’ın adını taşıyan merkez korta çıkarken, ağzına kadar dolu tribünlerde kıyamet kopuyordu. Ne yalan söyleyeyim, ben de televizyon karşısında alkışladım, ayağa fırladım, hatta gözyaşlarımı tutamadım. İkisini de Grand Slam yıllarının başından beri takip ederim. Tenisle ilgili herkes gibi. İtiraf edeyim ki, ilk başlarda biraz fazla soğukkanlı, mesafeli, hatta çarpık suratlı bulduğum Federer’e pek itibar etmezdim. Ama yıllarla birlikte, tıpkı (Michael Schumacher’de olduğu gibi) Federer’in de gerçek bir profesyonel olduğunu, kazanmayı bildiği gibi efendice kaybetmesini de bildiğini anladım. O gün bugündür Majesteleri’ne toz kondurmam. İki kız, iki erkek ikizleri de insanın yüzüne ister istemez bir tebessüm oturtuyor.
Evet, korta çıkışları harikaydı. Seyirciler de bizim gibi Federer’i tutuyordu, ama Rafa’ya da muhabbet gösteriyorlardı. Aralarındaki rekabet gerçekten efsanevidir. Grand Slam’leri mukayese edersek, hangi sahalarda zorluk çektiklerini de hemen anlarız. Nadal, gerçek bir toprak saha canavarıdır. Federer ise, çim ustası. Şimdiye kadarki Grand Slam unvanları da bunu kanıtlıyor. Federer, Avustralya (5-1), Wimbledon (7-2), Amerikan Açık’ta (5-2); Nadal ise Roland Garros’ta 9-1 önde. Üstelik de, birinin kırabileceği rekoru daima diğeri engellemiştir.
Üç ay önce Federer, Nadal’ın Mayorka’daki tenis akademisinin açılışına geldiğinde, acaba bir daha Grand Slam finali oynayabilecek miyiz diye şakalaşmışlardı. Melbourne’de ise, kendilerinin de beklemediği şekilde herkesi ekarte edip gene karşı karşıya kaldılar. Merkez korta adını veren Rod Laver onları izliyordu. Bu finalden çok memnun kalan Laver, törenden sonra ikisiyle fotoğraf çektirmiş; ama asıl kıymetlisi, onu hiç ihmal etmeyen Federer’dir.
35 yaşındaki Roger Federer, 18’inci Grand Slam unvanını böylece elde etti ve 31 yaşındaki Nadal ile aralarını biraz daha açtı. 2012’deki Wimbledon’dan bu yana ilk kez böyle bir unvanı oluyor. İkisi de bir süre sakatlık çektiler. Federer, Wimbledon’da sol dizi sakatlanınca altı ay kortlardan uzak kaldı. Son maçta da iki kez doktor desteği istedi. Nadal ise, sakat sol el bileği yüzünden birkaç aydır mecburi istirahatteydi. Bu arada Federer 17’nciliğe, Nadal 9’unculuğa düşmüştü.
Maçtan sonra Nadal cidden çok üzgündü, ama rakibini tebrik etmekten geri durmadı. Federer ise, kupasını alırken, “Doğruyu söylemek gerekirse, kaybetsem de sevinirdim,” dedi. “Bu dönüşün kendisi harika zaten. Tenis zorlu bir spor, beraberlik yok. Eğer olabilseydi ve bu akşam bu kupayı Rafa ile paylaşsaydım mutlu olurdum.” Ona inanıyoruz, çünkü Majesteleri böyle bir insan. Belki de sadece farklı bir dönemin centilmen sporcuları onlar. Çünkü Nadal da, aynı törende, “Roger’a tebrikler…” dedi. “Bu kadar uzun süre turda olmadığı halde böyle oynaması çok şaşırtıcı. Belli ki çok çalışmış. Bir daha tebrikler.”
Aslında bu yıl Avustralya Açık’ta olup bitenler bir Hollywood, hatta belki de Yeşilçam senaryosunu andırıyordu. Parlak günleri geride kalmış, yaşlanma yolunda iki tenisçi bugünün iki büyük yıldızının sürpriz elenmesinin ardından, kendilerinden genç ve formda tenisçileri yeniyor. Üstelik de sakatlar. Bir tanesi, belki de son Grand Slam unvanına kavuşuyor.
Ne var ki, bir gün önce de böyle bir senaryo durumu söz konusuydu. Serena Williams, Avustralya Açık finalinde ablası Venus Williams’ı 6-4 / 6-4 yenerek, Açık döneminde, erkekler ve kadınlarda rekorunu 23 Grand Slam ile tazeledi. İki kardeşin çiftlerdeki başarılarını da unutmuyoruz. Williams Kardeşler’in hikâyesi aslında masaldan farksızdır. Kadınlar tenisinde fiziki gücü ön plana çıkaran Venus ve Serena, ırk ayrımı dahil pek çok konuda mücadele ettikten sonra bugünkü noktaya geldiler. Ama başlangıçları da zorluydu.
Onları ayaklarında kot pantolonları (tenis kılıkları yokmuş), ellerinde raketleri, babalarının köşedeki takocusuna giderken hatırlayanlar o günleri anlatıyor. Babaları bir kova dolusu tenis topu taşırmış. İki narin kız (evet, o zamanlar Serena da incecik), biri diğerinden daha uzun, her gün Compton’daki tenis sahasında çalışırmış. Compton, evet, tıpkı “Straight Outta Compton” filmindeki gibi. Los Angeles çetelerinin birbirine girdiği yer. Neyse ki, çeteler de sahanın çevresine nöbetçi koyar ve herhangi bir olay patlak verecek gibi olursa, “Hişşşt!” diye uyarırlarmış birbirlerini. “Durun! Williams kızları çalışıyor.”
Dünya tuhaf bir yer! Hakiki olanla hayali olanı her zaman birbirinden ayıramıyorsun. Geçen hafta sonu Melbourne’de de böyle bir karışık durum vardı. Ama belki de hayatın tadı budur.
*Uluslararası Tenis Federasyonu tarafından düzenlenen dört büyük tenis turnuvasından (Avustralya, Fransa, Wimbledon, Amerika) her birine verilen isimdir.