Holden ve Seymour
J.D. Salinger’ın hayranları gözü kara hayranlardır. Yıllarla birlikte beğenileri sarsılmaz, tutkunlukları azalmaz. Kendilerinin de Salinger’ın başkalarıyla arasına çizdiği sınırın içinde olduklarına inanırlar. Kendimize ait bir grup gibi.
Holden Caulfield, bir geçiş dönemindeyken hayatın kendisine de, anlayışsız ailesine de hoşnutsuzlukla bakan çocukların şahıdır. Ben onunla ve yazarı J.D. Salinger ile tanıştığımda 14-15 yaşlarındaydım, yani 1950’li yıllardı –Evet, evet, bir şehir efsanesi değil bu. O yıllarda yeniyetme olmuş ve hâlâ yaşayan çocuklar var! Kitaba Ankara’da, favori sığınma yerim olan Tarhan Kitabevi’nde rastladım: The Catcher in the Rye. Babamı ziyarete gitmiştim. Aldım, eve getirdim, sular seller gibi okudum. Ne yazık ki çabuk bitti. Bir daha okudum.
Baş karakteri Holden Caulfield, benden az kabaca, ama çok daha asi bir çocuktu. Doğrusu pek sevimli sayılmazdı ama önemli olan o değil ki! Hepimizi temsil eder gibi duruyordu. İki arada bir derede kalmış, hayatının değişmesinden memnun olmayan ama olduğu gibi kalmasını da istemeyen öyle bir çocuk işte. Derler ki, kitap aslında yetişkinler için yazılmış. Eh, kolay gelsin! Beğenmemişlerdir herhalde. Kim çocuğunun Holden gibi olmasını ister ki? Söz dinlemiyor, hep hoşnutsuz. Okullardan atılmış. Zaten biz de gene bir okuldan atılma döneminin ertesine rastlıyoruz. New York’ta, otellerde üç-dört gün geçiriyor. Ruhumun bir parçası Salinger ile birlikte Holden Caulfield’in eline geçmişti. Kalan parçaların bir kısmı da, sonradan ait oldukları yere, Glass ailesinin çocuklarına, özellikle Seymour’a gitmiştir.
Derler ki, The Catcher in the Rye, Amerikan okullarında ödev olarak okutulduğunda ters psikoloji etkisi yapmış ve çocuklar kitabı sevmemiş. Holden’ın de umuruydu! Conspiracy Theory’de, Mel Gibson kitabı boyuna satın alıp durur, ama hiç okumaz. John Lennon’ı öldüren Mark David Chapman, polis gelene kadar olay yerinde The Catcher in the Rye okuyarak beklemiş, kitabın ifadesi olduğunu söylemişti. Aslında Holden’in büyüyünce ikisine de benzeyeceğini sanmıyoruz.
J(erome) D(avid) Salinger’la da o şekilde tanıştım. J ve D harfleriyle yetinmesi de hoşuma gitmişti, işe gizem katıyordu. Üstelik, nasıl olduysa çekilebilmiş o vesikalık fotoğrafı andıran portresi dışında resmi de yoktu. Bu da çok hoşuma gitmişti. Mahremiyetinden zırnık koklatmamasını çok sevmiştim. Onun için de yıllar sonra, bilmem kaç yıl önce onunla birlikte olmuş yazar Joyce Maynard, Salinger’ın o zamanlar kendisine yazdığı 14 mektubu açık arttırmaya çıkarınca, Salinger’dan fazla ben hiddetlenmişimir herhalde. Mektuplar Sotheby’s’de yazılım girişimcisi ve sanat koleksiyoncusu olan Peter Norton’a satıldı. Norton da onları yazara iade edeceğini söyledi. “O mektuplara ne yapılmasını isterse onu yapacağım,” dedi. “İade etmemi isteyebilir, yok etmemi isteyebilir. Ya da, hiç aldırmaz.” Salinger’ın tepkisi ne oldu dersiniz? Sıfır! Salinger sahne ışıklarına laf olsun diye değil, öyle olmasını istediği için uzak durmuş bir yazardır. Ben ise, sözü edilen Norton’un, bilgisayarlarımızdaki meşhur Norton Editor’ün de sahibi olduğunu düşünerek, yıllarca programa sadakât gösterdim.
J.D. Salinger’ın hayranları gözü kara hayranlardır. Yıllarla birlikte beğenileri sarsılmaz, tutkunlukları azalmaz. Kendilerinin de Salinger’ın başkalarıyla arasına çizdiği sınırın içinde olduklarına inanırlar. Kendimize ait bir grup gibi. Üstelik, yazar da kendi ölçüsüne uymayan hiç kimseyi –ne aile ferdini, ne sevgiliyi, ne de yayıncı ya da okuru– kendi dairesinin içine almaya hevesli değildir. Onu biraz da bu yüzden severiz.
Ne var ki, Salinger şöhretin dışında kalmaya özen gösterse de, onun nasıl bir şey olduğunun pekâlâ farkındaydı. Çünkü, edebiyatın en unutulmaz ailelerinden Glass ailesini anlatırken şöhretin türlü çeşitli yanını, Les ve Bessie Glass’ın yedi yetenekli çocuğunun şahıslarında sergilemiştir. Doğrusu, yayınlanmış hikâyelerine, ileride en meşhur iki karakterinden biri olacak genç adamın ikinci balayındaki âni intiharını anlatan hikâye ile (“A Perfect Day for Bananafish / Muzbalığı İçin Harika Bir Günarika Bir GHar”) başlamış bir yazara, sonsuz saygı sunmak dışında ne diyeceğimi bilemiyorum. Gerçi üstadın raflar dolusu yayınlanmamış efsanevi eserinin hiçbirini görmek nasip olmadı ama, Yapı Kredi Yayınları’nda editör olarak çalışırken, onunla olabildiğince yakın ilişkiye girdim. Çevirmen ve editör sıfatıyla… Çok sevdiğimz Seymour üzerine Seymour: An Introduction’ı Türkçe’ye çevirmek de bana nasip olmuştur, ne mutlu! Hakçası, dili Salinger’a göre bile zordur; hatta canım editörüm Birhan Keskin, çevirinin okuyanı kanırttığı konusunda beni uyarmıştı ama, yapacak bir şey yoktu. Orijinali da kanırtıyordu çünkü, hem de nasıl.
Hemen hemen hepsinde editör olarak bir tutam tuzum vardır; atlayıp bir ucundan tutmaya çalıştığım için. Franny and Zooey’i Ömer Madra çevirmişti, o da Glass çocuklarını sever. Glass kitaplarından Raise High the Roof Beam, Carpenters / Yükseltin Tavan Kirişini, Ustalar ile (Seymour: An Introduction ile ikisi bir kitap oluşturmuştu, bugün bile basılır) redaksiyonunu Mina Urgan hocamızın yaptığı Nine Stories / Dokuz Öykü’yü, genç yaşta kaybettiğimiz, sırılsıklam Salinger hayranı Coşkun Yerli çevirmişti. Bu vesileyle, The Catcher in the Rye / Çavdar Tarlasında Çocuklar’ı da Türkçe’ye çevirmiş olan Coşkun’a bir selam yollayalım (hepsi YKY’den). Uzun bir hasretin ardından kavuştuğum ilk yeni Salinger eseri olan “Hapworth 16, 1924”, gene YKY sayesinde elime geçmişti. Cem Akaş galiba, bir fotokopi yollamıştı. İptal olmuştum: Hem yeni bir Salinger yazısı, hem de Seymour’un yedi yaşında kamptan eve yolladığı mektuplar!
Bütün Glass ailesi hikâyeleri, hatta çevirdiğim Seymour: Bir Giriş bile bir yana, beni esas mahveden bu “Hapworth 16, 1924”tür. Burada Buddy ve Seymour bir kamptadır; Hapworth Gölü’ndeki Simon Hapworth kampı. Hikâye/mektubun adından da anlaşılacağı gibi, 1924 yılındayızdır ve Seymour yedi yaşındadır. Eğer bu yaşta bir çocuğun yirmi bin kelimelik bir mektup yazamayacağını ve böyle cümleler kuramayacağını düşünüyorsanız, sizi bir kez daha Glass Çocukları ve Seymour Glass gerçeğine davet edeceğim. Seymour 16’sında üniversiteye gitti, 20’sinde orada ders vermeye başladı, eh, 31 yaşında da intihar etti tabii.
Evet, dedim, gene de diyorum: Budur yani, esas adamımız Seymour’dur.