Gölgede oynanan oyunlar
Karanlık, insanın içini titreten soğuk bir yorgan gibi serilirken çatıların üzerine, şehri tepeden gören bir harabenin, meraklı gözlerin erişemeyeceği gölgelerine bürünmüş bekliyorum. Yalnızım, her zamanki gibi… Sürekli ölümle burun buruna ve göçebe geçen bir hayattan zaten aksi beklenemezdi. Şimdi yıllarca yalnız yaşadığım için buna alışkın olduğumu düşüneceksiniz, tamamen yanlış da sayılmaz. Yalnızlık güçlü kılıyor beni, en son ihtiyacım; ayak bağı olacak biri. Ama öyle anlar var ki… Mesela, ne zaman yağmur yağsa, evlerin bacalarından tüten dumanlar, pencerelerden sızan ışık, asla sahip olamayacağım hayatların tatlı düşlerini getirir aklıma, zırhım çatlar. Hiç var olmamış, olmayacak birini özlerim. İş başındayken bunları düşünmemeliyim aslında, duygusallığa yer yok. Her türlü zayıflık, zaaf hayatıma mal olabilir. Dikkatimi toplamalıyım. Şu yağmur bir dinse…
Daha birkaç saat geçti ama günlerdir aynı yerde dikiliyormuşum gibi sıkıldım. İşin en zor yanı beklemek. Her iş için uygun bir zaman vardır nitekim. Benim işlerim sokaklardan el ayak çekildiğinde, insanlar günün yorgunluğuna yenik düştüğünde başlar.
Yarısı bir dev tarafından çiğnenmişe benzeyen çatıdan içeri sızan ışık duvara vuruyor ve aydınlanan alanda birkaç cümle açığa çıkıyor; “Battı aslında bizim için güneş, ilk ışıkları vururken mezarımıza…” Edebiyat parçalamak için ne uygun yer ama. İnsanlara akıl sır ermiyor. Başka bir el yazısı; “Çılgınca akan bir şarkıya düşmüş gibiyim. Sen kıyıda kal. Ben yüzebilirim.” Ne demek istiyor acaba? Bir delinin son sözleri. Ve yüzmeye çalışırken boğuldu… Kasvetli mi, komik mi karar veremedim. Harfler duvarı dövercesine çizilmiş. Biraz ürkütücü görünüyor. “Kokuşmuş fareler sirki” yazıyor bir yerde de. Bir şarkı adı mı? Ucuz bir roman mı? İsyan mı? Kafayı sıyıran soluğu bu döküntüde alıyor galiba. Şimdi biri gelip de işimi sekteye uğratsa, avı filan unutur, birkaç cümle de ben yazarım belki. Komik, kullanmam gereken sahte isimlerden başka bir şey yazmadığım düşünülürse…
Sırf oyalanacak iş çıksın da zaman çabuk geçsin diye, kemerimin yanlarına asılı gümüş saplı hançerlerimi kaç kez biledim, bileklerime sarılı bantları kaç kez yeniden doladım hatırlamıyorum. Örgü örecek ya da bulmaca çözecek değilim ya; ne de olsa ben bir avcıyım; sürekli tetikte olmalıyım. Lakin şimdiye dek hiçbir canlıyı öldürmedim desem, bundan ne sonuç çıkarırsınız? Ya çok beceriksiz bir avcıyımdır ya da başka şeylerin peşindeyimdir. İlki olmadığını kime sorsanız söyler.
Karanlık köşelerde beklerim, orada olduğumu asla bilemezsiniz. Geceleri bir kediden daha sessiz adımlarla, yüz kilit de vurulsa kapılara, sızacak bir delik bulur ve ulaşırım, varmak istediğim noktaya. İşte bu yüzden Oselo’dur benim adım. Böyle anılır, böyle çağrılırım. Ancak bu isimle doğmadım. Gerçek adımı, tıpkı bana o ismi veren ailemin bir zamanlar yaşayıp yaşamadıklarına emin olamadığım gibi hatırlıyorum; sanki gerçek değilmiş de ben uydurmuşum. Bir önceki uğrak yerimde karşılaştığım yaşlı bir adam, zaman, insanla hatıraları arasına, giderek daha çok filizlenen nifak tohumları ekerek, geçmişle bağlarını koparmaya çalışan ve sürekli zaferler kazanan sinsi bir düşmandır, demişti. Düşünüyorum da, içimde o tohumların büyüyeceği başka bir yer kalmadı galiba. Size adımı söylesem, en başta ben inanmam buna. O yüzden Oselo olarak bilin beni. Böylesi daha iyi…
Neyse, avıma gelince, adı Majestro; orkestra şefi olmadığı kesin. Söylentiye göre pek fazla içmemesine rağmen, hareketleri yavaş tempolu bir müziğe eşlik edercesine sakil ve ahenkliymiş. Belki lakabı buradan geliyordur, bilemem. Bildiğim tek şey, adamın tam bir psikopat olduğu. Emri altındakileri katı kurallarla yönettiği, itaatsizliği en vahşi şekillerde cezalandırdığı ve sapkınlıkları dilde dile yayılmış durumda. Öldürdüğü her insandan hatıra olarak bir diş aldığını ve iğrenç koleksiyonunda çok küçük dişlerin de olduğunu işitmiştim. Bir yanım bu adi yaratığın işini bitirmek istese de, işim canıyla değil. Kötülüğün, er ya da geç kendine de kötülüğü dokunacağına olan inancım, beni katil olmaktan koruyor.
Majestro’nun son icraatı, Mopitus’lu büyücülerin tapınağından bir almanak yürütmek. Üç büyük tılsım kitabından biri olarak da bilinen; “Preguda’nın Şarkısı”… Kitabı hangi amaçla kullanacağı muamma. Dünya barışı ve yoksullara yardım için kullanacak biri de olmadığına göre, acilen geri alınması gerekiyor.
Büyücülerin arasına yeni katılmış genç rahip Nikris’le çocukluğumuzdan tanışırız. Sokaklarda yapayalnız geçen hayatımdan kaçıp, sığınabileceğim bir liman olmuştu bana her zaman. Bir fırıncının yamağıydı o vakit. Sabahları aşırdığı ve midemden çok ruhumu ısıtan sıcak ekmekler yüzünden, fırıncıdan bolca dayak yemiş, yine de küçük hırsızlıklarından vazgeçmemiştir. Bense bu tombul ve çilli çocuğun gardiyanı gibiydim. Ona musallat olmuş birkaç veletle yalnızca bir kez karşılaşmam yetmişti, Nikris’in yanına bir daha yaklaşmamaları için. Ne diyebilirim; sokaklarda büyümek size başka insanların hiç hoşuna gitmeyen bazı özellikler kazandırıyor. Uzun zamandır göremediğim dostuma, böyle bir iş aracılığıyla da olsa tekrar kavuştuğum için mutluyum. Döndüğümde, birlikte biraz daha vakit geçirmek harika olacak.
Majestro’nun geçici mabedini pencereden görebiliyorum. Buradan bakınca, dört beş metre yükseklikte duvarlarla korunan evin ve çiftliğin içinde bulunduğu geniş alanın her köşesi açık bir harita gibi seriliyor önüme. Duvarların dışında turlayan ve kapıda nöbet tutan muhafızların, iki katı kadar adam da içeride dolaşıyor. Evde de bir o kadarının olduğunu tahmin ediyorum. Düşmanı bol bir adam, kalkıp bu kadar değerli bir kitabı çalmayı göze alıyorsa, iyi korunuyor demektir. Dinlenmek için konakladığı bu çiftlik evinden, iki günlük mesafedeki asıl ikametgâhına çekileceği ve orası da bir kaleden farksız olduğu için, işimi burada bitirmeliyim.
Hava iyice karardı, vakit geldi. Sessizce dışarı süzülüp, çiftliğin elli adım gerisine kadar devam eden ağaçlığın içine dalıyorum. Artık duvarların ardını göremesem de saatlerdir gözlemlemenin verdiği avantajla, içerinin manzarası, nerede kaç kişi var, kaç dakikada bir yer değiştiriyorlar, birebir aklımda. Ağaçlığın sona erdiği sınıra geldiğimde, ilk nöbetçiyi bekliyorum. Çok sürmüyor, geçip gidiyor. Tam beş dakikam var. Duvara koşuyorum, adımlarımın sesini ben bile duyamıyorum, o yüzden fark edilmeyeceğime eminim. Duvar herhangi biri için tırmanılması zor bir düzlükte olabilir, benim içinse büyük küçük her çıkıntı iş görür. İnsanın, dünyanın değişen şartlarına göre evrimleştiği söylenir. Benim de gözlerim karanlığa, bedenim tırmanmaya uygun biçimde evrimleşti sanırım. Parmaklarım birer vantuz gibi yapışıyor taşlara. Tepeye tutunup, kendimi çekiyor ve duvarın üstüne yüz üstü yatıyorum.
Birkaç metre ileride iki adam konuşmaya dalmış, toprak testilerden bir şeyler içiyorlar. Umarım şaraptır da kafayı bulurlar. Bu gece ay yok, şanslıyım. Siyah giysilerim sayesinde onlar için bir gölgeden farksızım. Duvarın üzerinde, etrafı sakin bir su kuyusunun yanına kadar gizlice ilerleyip, aşağı iniyorum. Evle aramdaki elli metre mesafede, hem bir ahır hem de boş bir kümes var. Bu da saklanacak daha çok yer ve daha kolay ilerlemem demek.
Sarmaşıklı çardağı geride bırakıp, iki kapısı da açık olduğu için bir tünele benzeyen ahırın koridoruna usulca giriyorum. Atlar da bir hareket yok, zaten çoğu uyuyor. Bu saatte kimse hayvanlarla ilgilenmez diye düşünürken, karanlık köşeden ayaklarının üzerinde zor duran bir adam çıkıyor. Saçları saman dolu. Belli ki sarhoş olup, burada sızmış. “Se…se…sen yeni misin?” diye soruyor gözleri kapalı. “Kimsin sen?” Açıklama yapacak ya da yalan söyleyecek zamanım da yok, havamda da değilim. Belimdeki keseden bir fiske toz çıkarıp, yaşlı adamın yüzüne üflüyorum. Puf! İyi geceler. En erken yarım günde kendine gelir. Epeydir kimseyi uyutmam gerekmemişti, çünkü beni kimse görmemişti. Bu dikkatsizliğimin sebebi, harabede geçirdiğim o birkaç saat. Duygularım bana değil, ben onlara hükmetmeliyim. Gölgelere geri çekilip, olmam gereken, hayatta kalmamı sağlayan kişi oluyorum; şimdi Oselo’yum. İkinci bir hatada bu kadar şanslı olmayabilirim.
Bir köşeye yığılmış varilleri, eski bir at arabasını geçince, başka bir devriyeyle karşılaşıp arabanın kasasını kendime siper ediyorum. Ardından, evin hemen yanında yükselen ağacın yukarılarına atıyorum kendimi. İşte bu kadar! Ağaçtan çatıya tırmanıp, birkaç kiremidi kaldırarak içeri sızıyorum. Bir iyi bir de kötü haber… İyi haber; çatı, odanın üstünde kocaman tahta kirişlerle desteklenmiş ve bir çatı arası yok. Altımdaki devasa salonu ve içindekileri görebiliyorum bu sayede. Kötü haberse; gerçekten kalabalıklar. Sanırım on beş kişi kadarlar.
Diğerlerinin tavrına bakılırsa, şu koca göbekli, iri kıyım Majestro olmalı. Yanındaki uzun cübbeli adama telaşlı telaşlı bir şeyler anlatıyor. Hemen arka taraflarındaki demir kapılı odanın önünde dışarıdakilerden çok daha kalın zırhlı iki gardiyan bekliyor. Uzun cübbeli adam -bir büyücü olduğuna eminim- kaderini kabullenmiş bir mahkûm uysallığıyla dinliyor tükürükler saça saça konuşan adamı.
Muhafızlar da o odayı boşuna beklemiyorlardır herhalde. Kitabın içeride olduğuna eminim. Ama nasıl yapmalı da, on beş adamın arasından sıyrılıp odaya ulaşmalı.
Tehlikenin içeride değil de dışarı da olduğunu düşünseler, odadaki direnç bir nebze kırılır sanırım. Çatıdan geri tırmanıp, en yakınımdaki üç kişilik grubu gözüme kestiriyorum. Biraz yaygara yapmaları işime gelecek. Zehirli iğnelerimden bir tanesini bambu çubuğun içine yerleştirip, sırtı bana dönük olanın ensesine yapıştırıyorum. Beş saniye içinde bir baş dönmesi ve mide bulantısıyla yere yığılıyor. Biliyorum, çünkü iğneleri bana veren haşarı dostum Aruna, önce üzerimde denemişti. Hiç hoş bir deneyim değildi.
Diğerleri, yere kapaklanan adama şaşkın şaşkın bakarken, ikinci ok iri yarı olanın sırtında yerini buluyor. Ayakta kalan son adam, nihayet bunun bir hastalık belirtisi değil de, bir saldırı olduğunu anlamış olacak ki, homurtuya benzer çığlıklar atmaya başlıyor.
Çatıya tırmandığım ağaçtan aşağı kayıp, ahırın ters istikametindeki gül bahçesinin içine saklanıyorum. Küçük bir grup önümden koşturarak geçiyor. Planım basit: Alanın dört bir yanında benzer saldırılar düzenleyerek, nereyi korumaları gerektiğini bilemeyecek hale gelmelerini ve iyice dağılmalarını sağlamak. Yeterince adamı etkisiz hale getirebilirsem, içeridekileri destek için dışarı gönderecekler. Elbette kapı muhafızları, büyücü ve Majestro’nun yerlerinden kıpırdamayacaklarına eminim ama zehirli iğneler dışında da birçok numaram var.
Saklanarak, sürünerek; kâh duvarın üzerinde, kâh saman balyalarının arkasında ilerleyerek, çiftlik alanını boydan boya geçerken, arkamda huzurla uykuya dalan bir yığın adam bırakıyorum. Tahmin ettiğim gibi, evin kapısı açılıyor ve içeridekiler, kapakları açılmış bir barajdan kükreyerek boşalan sular gibi akın ediyorlar. Ağaca geri dönüp, çatıya tırmanıyorum. İçeride dört kişi kalmış ve onların kim olduklarını biliyoruz.
Şimdi; Majestro’nun ebatlarına bakınca, pek hareket etmeyen biri olduğu ortada, demek ki o en kolay lokma. Nedense, büyücünün mecburen orada olduğuna dair izlenim edindim ama belli de olmaz. Muhafızlarsa, üzerlerindeki on kişilik zırha güveniyor olabilirler ama hepimiz soluk alıyoruz nihayetinde ve çok azımız bunun bir silaha dönüşebileceğinin farkında.
Planın ikinci kısmı ancak çok hızlı davranırsam işe yarayacak. Tavanın tam ortasına asılı, yirmi-otuz mumluk avizeyi nişan alıp, belimdeki hançeri bağlı olduğu ipe savuruyorum; tam isabet. Avize büyük bir gürültüyle tahta zemine çakılırken, etrafa kıvılcımlar saçılıyor. Mumların çoğu söndüğü için, salon karanlığa teslim oluyor. Tahta bir kolondan, muhafızların yan tarafına iniyorum. Majestro, “Odayı savunun!” diye bağırıp, kapıya koşuyor. Dışarıdan yardım çağırmak mı? Oyuna kimler katılacak, ona ben karar veriyorum, üzgünüm. Kapıyı açmak için gölgelere girmekle büyük hata etti, bir elimle ağzını kapatırken, diğeriyle eterli bezi burnuna dayıyorum. Düşerken, ardındaki sandalyelere çarpması da güzel oldu ama, muhafızlardan biri bakmak için bu yana geliyor. Birkaç adım geriye çekilip bekliyorum. Bu sırada büyücü diğer muhafızın yanına sokulmuş, korku dolu gözlerle karanlığı tarıyor. Yaklaşan muhafıza, kesemdeki tozdan bir tutam ikram ediyorum. Güreşmek için fazla iri, ne yapsaydım. Elini, yüzüne bulaşan hayali örümcek ağlarını silkmek ister gibi sallarken, ileri geri yalpalamaya başlıyor ve güm! Kapının önüne de iyi barikat oldular.
Büyücüde hala bir numara yok. Şimdiye odayı ışığa boğmasını, beni kızarmış tavuk buduna çevirmesini ya da en iyi ihtimalle hareketsiz bırakmasını beklerdim ama tek yaptığı elindeki asanın arkasına saklanmak. Muhafızsa bir kaleci gibi hafifçe öne eğilmiş, iki eliyle kılıcını kavramış bekliyor. “Çık ortaya korkak! Çık da bir elma gibi ortadan ikiye bölüvereyim seni.” Meydan okumalara bayılırım. Odanın ortasındaki loşluğa birkaç adım atıyorum. Beni görünce şaşırdığı ortada, “Bir kadın mı?” diye kekeliyor. Bilmem kaç bininci kez karşılaştığım o şüpheli gözler. “Eh, fiziksel gücü fazla büyütüyorsunuz. Gördüğün gibi,” diyorum boylu boyunca yere serilmiş ikiliyi işaret ederek, “alternatif çözümler de var.”
Ani bir atakla üzerime fırlıyor. “Şimdi göstereceğim sana çözümü.” İşte yine aynı terane, azıcık düşünse hiç şansı olmadığını anlar halbuki. Yana sıçrayıp, eğiliyorum. Hedefini ıskalamış bir ok gibi yanlış yere çarpıyor ve üzeri tabak çanakla dolu yemek masası yerle bir oluyor. Büyücünün cılız sesini işitiyorum; “Beni kaçırdılar, lütfen yardım edin.” Muhafız kılıcını yukarı kaldırıp, üzerime sallıyor; ıska. Duraksamadan ikinci darbeyi indiriyor. Bu oyun sabaha kadar sürebilir, neyse ki o kadar sabırlı değilim. Belimdeki keseye uzanıyorum, yerinde yok. Nerede düşürdüm ki? Zehirli iğnelerimden hızlıca bir tane çekiyorum, bir bıçak gibi tutarak, muhafızı soluma alıyor, arkasına geçiyor ve sırtına saplıyorum.
Büyücü, “Lütfen, beni buradan çıkarın,” diyerek yanıma geliyor. İşte size bir ayak bağı… Elinde bir kitap tuttuğunu o zaman fark ediyorum. Kitabı alsam, onu burada bıraksam… Of! Lanet vicdanım! Çatıya tırmanıp, onu da ip yardımıyla yukarı çekiyorum. Ağaçtan iniyor ve bir saman yığınına gizleniyoruz. Çiftlik alanının büyüklüğü lehimize işliyor, kimseye yaklaşmadan, duvarlara varıyoruz. Çatıyı aştığımız yöntemle buradan da kurtuluyoruz. Dışarıdaki nöbetçiler de içeri girmiş sanırım, bu tarafta kimsecikler yok.
Büyücüyle uzun uzun sohbet ettik ama bunu anlatmanın sırası değil. Benimle birlikte Mopitus tapınağına gelmek istedi. Baş büyücü Heruna’yı tanıyormuş. Neyse, yalan ya da doğru, oraya gittiğimizde ne yapacaklarına onlar karar verirler.
“Oselo…” diyor büyücü yolda, “Bu bir kedi cinsi değil mi?”
“Sessizliği severim,” diyorum.
“Ne konuşuyorsun kendi kendine?” diyor bir başka ses.
Odamın kapısında, elinde bir tepsiyle duran anneme bakıyorum. “Kendi kendime konuşmuyorum, bir macerayı sonlandırıyorum,” diye cevap veriyorum, “Save&Exit”a basıp, sandalyeden kalkarken.
“Anladım, çocuğum,” diyor annem mağrur, çocuğunun deliliğini kabullenmiş sabırlı bir ebeveyn edasıyla. Gözleri sıkıntılı ama. Gözleri diyor ki; “Kalk şu pasta böreği ye de, sonra dersine çalış.”
“Tamam,” diyorum içimden. Fizik kitabı, impuls ve momentum beni bekliyor. Şu konuyu sevdirecek bir oyun da yapılsa ya!
Görsel: Games Backgrounds