Göklerin makyajsız kraliçesi
Angela Nanetti, Kuyrukluyıldız Eken Adam‘da bizi –bir süreliğine de olsa– bulunduğumuz karanlıktan çekip çıkarmaya, karanlığın içindeki yalnızlığımızı da yıldızların ışığıyla kırmaya söz veriyor
İstikamet, Isbue. İtalya’nın “olmayan” bir köyü. Sabahın erken saatleri; beş buçuk, bilemedin altı. Döşeme taşlı yoldan köyün merkezine doğru indiğinde, havanın soğuğunu kıran bir odun dumanı kokusu yakar genzini. Az daha indiğinde, başka kokular da karışır bu soğuk, kesif, ama bir şekilde davetkâr atmosfere.
Pişmiş hamur… Isınmış maya… Erimiş şeker… Sıcak vanilya… Kavruk tarçın… Ekmek… Çıtır ekmek… Puf ekmek… Çörek…
Çünkü Stevan Lorenz’in fırını üretime geçmiştir bile. Köyün “un kaplı” muhtarı ve fırıncısı Bay Lorenz’in en önemli kurallarından biri, fırını her gün aynı saatte açmak. O, prensiplerin adamı. Günün hamuru dünden hazır, mesela. Çünkü köyün alacağı ekmeğin kaynağı o. Ekmeğin ve otoritenin kaynağı , “doğru”luğun ve “iyi insan”lığın timsali olmak kolay mı? Sert, sevecen, eliaçık, değişime kapalı ve ata mirası birikime, değerlere sıkı sıkıya bağlı… Karın doyuran, yuva sağlayan, kollayan, yön veren, her daim keskin köşeli Bay Lorenz. Ve bu erk sahibi adam, âşık.
Myriam’a âşık Bay Lorenz. Köyün dışında yaşayan, her zaman biraz “dışarıda” olması tercih edilen, çünkü iki oğlunu da tek başına büyüttüğü için garip karşılanan, hafifmeşrep bulunup cıkcıklarla kınanan gencecik, yirmi beş yaşında bir kadın, bir anne… bir yetim, Myriam. Sevgisi bedeninden taşan bir kadının ezelden beri yaşlı, ezelden beri sevgi ve özveri dolu kollarına bebek yaşta terk edildikten sonra, göz dolduran bir güzelliğe erişene kadar büyüyüp serpilmiş. Aynı sevgi ve ilgiyle büyüttüğü iki çocuğuyla, Arno ve Bruno’yla yaşıyor. Ve evi koruyup kollayan rahmetli ruhlarla… Bunun için ateşi canlı tutması yeterli. Ruhların da –belki yıllar sona Miyazaki’nin de çizgilerine yansıttığı gibi– yuvaya, dinlenmeye, ısınmaya ihtiyacı var.
Myriam’ın on yaşındaki oğlu Arno ise, hiç tanımadığı babasının hayaliyle yaşıyor. Yıllar önce bir yol inşaatı için yollara çıkmış, her Noel’de mektup gönderen ama asla eve dönemeyen babasıyla bir gün tanışacak olması, onun hayata tutunmasını sağlayan en canlı umut. Ama belli ki, babasının yardıma ihtiyacı var; biraz şansa belki, iyi niyetli bir gücün dokunuşuna. Belki, tam da yaklaşmakta olan şu kuyrukluyıldızın, “göklerin makyajsız kraliçe”sinin gücüne. İçtenlikle ve derin bir solukla tutulmuş dileğin gücüne. Peki ya, o da yetmezse?.. Köye gelen şu yabancının bir yardımı dokunabilir mi? Kuyrukluyıldız “ektiğini” iddia eden bu yabancı, bir şeyleri değiştirecek mi? Ve daha da önemlisi: Herkes olası bir değişime hazır mı?
İtalyan edebiyatının güçlü kalemlerinden Angela Nanetti’yi Dedem Bir Kiraz Ağacı ve Mistral adlı Türkçe’ye çevrilen romanlarından tanıyoruz. Hans Christian Andersen Ödülü sahibi, Akdeniz ruhlu Nanetti’nin en özgün yönlerinden birinin, öykünün merkezine yine “öykünün gücünü” koyması olduğunu söylesek, herhalde yanılmayız. Hayatın hiçbir zaman tükenmeyecek zorluklarına karşı, gerçeğin boşluklarını, soğukluğunu ve yalnızlığını dolduracak anlatıların, hikâyelerin, kurgusal örtmecelerin kurtarıcılığı, Nanetti’nin duyarlı kaleminde gösteriyor kendini.
Hayal gücünden beslenen, Miyazaki’vari bir doğa ve insan sevgisini, Çikolata’vari bir öyküyle anlatan Nanetti, bizi –bir süreliğine de olsa– bulunduğumuz karanlıktan çekip çıkarmaya, karanlığın içindeki yalnızlığı yıldızların ışığıyla kırmaya söz veriyor Kuyrukluyıldız Eken Adam‘da. Ve kaçınılmaz soruyu soruyor: Yalanlar, bazen gerçeğe yeğ midir? Yoksa prensiplere ve kabullere dönüşmüş gerçeklik, umudu gölgeleyecek kadar birincil sırada mıdır?
Herkese keyifli, gerçekten keyifli okumalar. Çünkü buna ihtiyacımız var…