Eve Dönüş
Otobüs terminalinde babam karşıladı. Annemi görmeyince şaşırdım. Her zaman ikisi birlikte gelirler. Sabahtan beri sevdiğim yemekleri yapıyormuş, ocağın üstünde dolma varmış, yarım bırakıp gelememiş.
Arabayla sahilden geçerken çay bahçelerine bakıyorum. Hepsi aynı. Mevsim daha açılmadığı için garsonlar kapıda müşteri tavlamaya çalışıyor.
Dükkân ne âlemde, diye sordum. “ İşler nasıl?”
Babam, ben bildim bileli çarşıdaki en büyük mağazalardan birini işletir. Ne ararsan var. Kıyafet, ayakkabı, nişanlık, gelinlik. Düğün alışverişi dendi mi, ilk bizim mağaza akla gelir.
“Her zamanki gibi işte,” dedi. “Düğün mevsimi başlıyor ya bundan sonra daha iyi olur.”
Eteklerinde kasabanın yayıldığı tepeye baktım. Yeşil bitki örtüsünün sıklığı arasında, çoğu beyaz badanalı evler, uzaktan bakılınca bir mezarlığı andırıyor. Öteden beri bir mezarlığa benzetirim burayı. Müzenin önünden geçip sağa, içeri doğru döndük. Müze dediğin, düşmanlarından kaçıp buraya sığınan bir kral eskisinin yaşadığı ev; yılda toplasan kaç kişi gelir belli değil. Belki buranın laneti de bu müzedir. Zamanın bu kadar yavaş geçmesinin, her şeyin üzerindeki toz tekrar tekrar süpürülse bile aynı kalmasının nedeni bu taş binadır. Tam denize karşı. Bütün o eski eşyayı atıp başka bir şey yapılsa, ne bileyim bir sanat merkezi, bir kafe filan açılsa, belki onunla birlikte kasabanın yazgısı da değişecek.
Babam aklımdan geçenleri okumuş gibi, “Kaç aydır restorasyon vardı. Daha geçen hafta açtılar,” dedi.
Oturduğum yerde güldüm. “Hah, çok lazımdı sanki sürgün bir Macar kralının eşyaları. Kendi ülkesinde bile hatırlayan kalmış mıdır acaba?”
“Aylarca gelmiyorsun,” dedi babam sitemle, “sonra geldiğinde de hep kötü şeyleri görüyorsun. Hiç mi özlemiyorsun buraları? Doğup büyüdüğün yer senin.”
Cevap vermedim. Anacaddeden geçtik. Eczacıların, tuhafiyecilerin, ayakkabıcıların, kuyumcuların vitrinleri. Az sonra evimizin sokağına girdi. Daha arabayı park ederken anneme seslenmeye başladı.
“Türkân, kızını getirdim!”
Annem terlikleriyle fırladı dışarı. Sarıldık. Saçımı uzun uzun kokladı.
“Unuttun bizi,” dedi.
İçeride sofra çoktan kurulmuş. Şimdi bir hafta boyunca çatlayıncaya kadar yedirecek. Yemedin mi zorla ağzından içeri tıkacak. Yine bavulum ve aldığım birkaç kilo ile döneceğim.
Ertesi sabah erkenden uyandım. Buraların âdeti bu. İnsan nedense uzun uyuyamıyor. Hayat erken başlıyor. Yatakta biraz oyalandım. Babam işe gitmemiş. Dışarıda tahta kesiyor. Arada anneme seslenip bir şeyler istiyor. Annem, “Bağırma, kız uyusun!” diye susturmaya çalışıyor onu. Seyyar satıcının biri zorla domates satmaya çalışıyor. Bir köpek havlıyor, kuşlar ötüyor.
Kalkıp anneme yardım ettim. Birlikte kahvaltı hazırladık. Börek de yapmış. Biraz söylendim. “Şişmanlıyorum her gelişimde,” dedim. Gücüne gitti. “İstemezsen yemezsin,” dedi. Yüzü döküldü.
Babam kan ter içinde içeri girdi. Elini yüzünü yıkadı, hep birlikte balkondaki muşamba kaplı masaya oturduk. Annem balkon demirlerine sakız sardunyalarını sardırmış, güzel olmuş. Önüme ekmeği, balı, peyniri, zeytini uzatıp duruyorlar.
“Bırakın, ben alırım,” diye kızdım.
Aşağıda sahilden bir gemi düdüğü duyuldu. Annem bel ağrısından, babamdan, abimin karısından, komşulardan şikayet edip durdu. Lafı döndü dolaştırdı, yaz tatiline getirdi.
“Dayınla yengen Almanya’dan bir aylığına gelecekler. Eda da gelecekmiş. Sana arkadaşlık eder, sıkılmazsın,” dedi.
Dudaklarıma götürdüğüm çay bardağını masaya geri bıraktım.
“Ben,” dedim utana sıkıla, “aslında bu yaz bir staj ayarladım. Ancak bazı hafta sonları gelebileceğim.”