Sekiz Yirmi
Pazartesi. Sekizi yirmi geçiyor. Dışarıda yoğun bir yağmur var, trafik neredeyse durmuş ve korna sesleri inanılmaz bir gürültüye neden oluyor. Neyse ki, pencereler çift camlı. İdil, ham ahşap üstüne el boyama çerçevesiyle geçen yaz tatilinde görüp bayıldığı ve onca zahmetle taşıyarak eve getirdiği saatten gözlerini ayırmıyor.
Penceresinden bütün şehrin göründüğü bir apartman dairesinde yaşıyor. O kadar yüksekte ki, bazen dikkatle bakarsa denizle gökyüzünün yatay bir çizgi halinde birleştiği yerin ötesini görebilirmiş gibi geliyor. Yağmuru sevmiyor ama kar yağdığı zaman yüksekten şehir bir kar küresi gibi görünüyor. Bunu ona, geçen gece evine davet ettiği iş arkadaşlarından biri söyledi.
Okul bittiğinden beri aynı reklam ajansında çalışıyor. Aslında böyle bir işte çalışmak için fazla sessiz ve iddiasız biri olduğunu düşünüyor herkes. Ama o başardı işte. Dört yılda yapması gerekenden çok daha fazlasını yaptı, başarılı oldu, başka pek çok kız gibi yerinde saymadı, yükseldi, maaşı arttı. Öyle ki, tek başına bu pahalı gökdelen dairesini kiralayıp kendisine dünyaya tepeden bakabilecek bir hayat kurdu.
Yine de aralarına almadılar onu. İş çıkışlarında yemeğe, konsere ya da –kendi deyişleriyle– partilemeye filan giderken hiç çağırmadılar.
Geçenlerde, kız yurdunda mezuniyete kadar aynı odayı paylaştığı Füsun’la buluştular. Bunları ona da anlattı. “Dışlanmış hissediyorum Füsun,” dedi. “Üstelik onlara ne yaptım ki?”
Füsun, hiç düşünmeden cevap verdi. “Bir şey yapmadın, ama ayrıksı bir yanın vardır mutlaka. Onlar gibi olmaya çalış. Ne konuştuklarına, ne giydiklerine, nasıl davrandıklarına dikkat et. Eninde sonunda mutlaka seni kabul edeceklerdir.”
İdil sonradan Füsun’un bu sözlerini düşündü.
İlkokula başladığında da aynı sıkıntıyı yaşamıştı. O zaman çocuklar üçgen haline getirdikleri kâğıt mendillerle tabanca yaparlar ve saklanıp birbirlerini vurmaya çalışırlardı. İdil cebinde her zaman hazır tuttuğu bir mendille bir gün o oyuna çağrılacağı günü bekleyip durmuştu. Ama o gün hiç gelmedi.
O zaman annesi de şimdi Füsun’un söylediği şeye benzer şeyler söylemiş; “Onların seni çağırmasını bekleme, sen gidip aralarına karış,” demişti.
İdil, Füsun’un önerisiyle onlar gibi davranmaya zorladı kendini. Öğlen yemeklerinde tepsisini alıp masalarına oturdu, şakalarına güldü, konuştuklarına dahil oldu, kızlarla öğlen arası alışverişlerine gitti, erkeklerle futbol hakkında birkaç söz edebilmeyi, toplu organizasyonlara katılıp sıkıcı konserlere, hiç ilgisini çekmeyen filmlere gitmeyi öğrendi. Hep birlikte bir bara gidip kafayı dağıttıkları bir gece artık aralarındaki sınırı kaldırdıklarını düşünen arkadaşlarından biri, “Sahi sen ne sıkıcı biriydin be İdil!” dedi. “Sınıfın inek öğrencisi gibi yani… Ne bileyim işte…”
Bu itiraf samimiyetle söylenmiş olsa da, İdil’i biraz incitti. Ama ertesi hafta onları evinde ağırlamak için cesaret de verdi.
Tam söyledikleri saatte geldiler. Yedi kişiydiler. Özel sipariş bir pasta getirmişlerdi. Pembe, yuvarlak bir pasta. Onlardan yarım saat sonra sekizinci, bir şişe şampanyayla geldi. O gece hiç susmadan konuştular, güldüler, müzik dinleyip dans ettiler. Herkes gittiğinde, vakit gece yarısını çoktan geçmişti ve İdil etrafı toplayıp yatağa girdiğinde, aklında o geceye dair hiçbir şey kalmamış olduğunun şaşkınlıkla farkına vardı. Ne bir söz, ne bir ezgi, ne bir bakış, ne de bir dokunuş… Aklında kalan tek şey, pembe kremanın hafif ekşimsi tadıydı.
Ertesi sabah geç saatte uyandı, ajansa telefon edip hasta olduğunu söyledi. Pazartesi ilk iş istifa etmeye karar verdi. Bütün hafta sonunu bundan sonra ne iş yapacağını, hangi ajanslara başvuracağını, belki de bu sektörün ona göre olmadığını düşünerek geçirdi.
Pazartesi günü mavi keten döpiyesini ve bej topuklularını giydi. Gözlüğünü taktı ve istifa etmek için yeterince ciddi bir görüntüsü olduğuna emin oldu. Ne olduysa, ajansın kapısında sekizinci ile karşılaştığında oldu. Getirdiği şampanyayı o gece içmeye bir türlü sıra gelmemişti.
“İdilcim,” dedi adam, “eve döner dönmez şampanyayı soğut, bu akşam içmeye geleceğiz… Bu arada, harika bir evin var.”
Sekiz yirmi. İdil sabahki bu konuşmanın ciddi mi yoksa öylesine söylenmiş bir şey mi olduğunu bir türlü anlayamadı. Camın önünde yağmuru seyrediyor. Ve kendi kendine şöyle düşünüyor: Gelmezlerse, yarın istifa ederim.