Okul Gezisi
Otobüse son dakikada bindim. Bütün yerler kapılmış. Büyük sınıflar yine ön sıraları işgal etmişler. Daha şimdiden yolculuk havasına girilmiş. Yan yana koltuklarda “kanka”sıyla oturmuş kızlar kıkırdayıp duruyor. Yanında oturabileceğim bir kankam yok. Üstelik geziye katılmaya annemlerin zoruyla son dakikada karar verdiğim için, ikili koltuklarda pek boş yer de kalmamış. Gidip en arkadaki beşli sıraya, sağdaki köşeye yerleşiyorum. Yanıma kimse oturmasın diye dua ediyorum.
Okul gezilerini sevmem. İnsanlar daha otobüsün tekerlekleri döner dönmez, yapay bir neşe içinde bulurlar kendilerini. Gören de, aptal bir harabeyi ya da bilmem ne ormanlarını görmeye değil de, bütün düşlerin gerçekleşeceği başka bir dünyaya hareket ediyoruz sanır. Şarkı söyleyenler, mikrofonu eline alıp aptal fıkralar anlatan ya da grup halinde oyunlar icat edenler, koridorda koltuklar arasında gezerek ondan ona laf taşıyanlar, üç beş sıra arkasında oturan birinin dedikodusunu yapanlar, okulda beğendiği kız veya oğlanla olur da bir ihtimal yakınlaşırım umuduyla geziye katılanlar… Bütün bunlara ne diye mi katlanıyorum? Annemin “biraz sosyalleşmen gerek, hiç arkadaşın yok” takıntısı yüzünden. Yoksa bana ne bilmem kaç tarihinde yapılmış kral mezarlarından. İki taş parçasına bakıp da koca bir uygarlığı gözümde canlandırabilecek kadar engin bir hayal gücüne sahip değilim.
Başımızdaki tur rehberi, geçen yıl kocası ölen müzik öğretmenimiz. Kadın kendini, opera sanatçısı doğmuş da bir talihsizlik sonucu yanlışlıkla müzik öğretmeni olmuş sanıyor. Birazdan mikrofonu eline alıp gezi güzergâhı ve mola yerleri hakkında bilgi verdikten sonra arya söylemeye başlarsa hiç şaşırmam. Kocası öldükten sonra sosyal cesareti daha da arttı. Geçen ay televizyonda popüler bir ses yarışmasına katıldı. Finale bile kaldı.
Tahmin ettiğim gibi, yola çıktığımızın onuncu dakikasında mikrofonu eline alıyor. Uzun bir bilgilendirme konuşması yapıyor. Yolda nerelerde duracağız, kaç saatte gideceğiz, nerede kalacağız falan filan… Yolun belli bir kısmında asfaltlama çalışması yüzünden biraz sarsılacağımıza kadar bilgi toplamış. Hayatın engebeli yollarında düşe kalka ilerlemeye belki bu şekilde alışırmışız yollu iğrenç bir espri yapmayı da ihmal etmiyor. Ve son olarak da, kendisine bu gezide yardım edecek diğer öğretmeni tanıtıyor. Okula geçen ay tayin olmuş, kedi sevgisi yüzünden giysileri daima tüylerle kaplı gezen ve geldiğinin daha üçüncü günü adı bu yüzden “Tüylü”ye çıkan fizik öğretmeni. Kaç kedisi olduğuna dair çeşitli tahminler yürütenler var ama gerçeği sormak nedense kimsenin aklına gelmiyor. Öyle utangaç bir adam ki, konuşurken insanın yüzüne bakamıyor, ders anlatırken sınıftaki patırtıyı “lütfen çocuklar” diye bastırabileceğini sanıyor. Nerden mi biliyorum? Okulda derse girdiği birkaç sınıftan birindeyim de ondan.
Tüylü mikrofonu eline alıp, “Merhaba, ne güzel gezi, iyi ki birlikteyiz,” türünden bir şeyler geveliyor ve kızarıp, şoförün hemen arkasındaki yerine oturuyor. Önümdeki ikili koltukta oturan kızlardan biri, arkada kimin oturduğunu görmek için ayağa kalıp bana bakıyor ve bakışlarımız karşılaştığı anda, yalnızlığıma acıyarak bir şeyler söyleme ihtiyacı hissediyor.
“Bula bula Tüylü’yü mü buldular! Aman ne eğleneceğiz,” diyor gülümseyerek.
Gülümsemesine karşılık verip çantamdaki kitabı çıkarıyorum. Amacım, mümkün olduğunca gözlerden uzak kalıp, ikide bir çenesini koltuk arkalığına dayayarak benimle konuşmasını engellemek. Yine de ilgisi devam ediyor.
“Ne okuyorsun?” diye soruyor bu kez, biraz daha eğilerek.
Kitabı gösteriyorum. Fareler ve İnsanlar.
“Çok güzel,” diyor, “ben okumadım ama filmini izlemiştim.”
En azından dürüst, çoğu yalan söyler, ben de okudum çok güzeldi der, sonra sen tam konuşacak birini buldum, diye hevesle bir şey söylediğinde konuyu değiştirir.
Otobüs uzun kıvrımlar çizerek, midemizi ağzımıza getiren bir yolda ilerliyor. En yakın mola yerine daha bir saatten fazla var. Mola verdiğimizde, annemleri arayıp ben geziye devam etmeyeceğim, gelip beni buradan alın desem ve otobüse bir daha binmesem, gibi hayaller kuruyor ama bunun imkansız olduğunu biliyorum. Anneme bunu yapamam. Çaresiz, katlanmak zorundayım.
Ben, aklımda bu düşüncelerle kucağımdaki kitabın aynı sayfasını onuncu kere okurken, önde bir yığılma oluyor. Çok geçmeden anlaşılıyor ki, bir yarışma düzenleme gayreti içindeler. Ama ne olacağına bir türlü karar verilemiyor. Kimi “en güzel şarkı söyleyen” diyor, kimi “en iyi fıkra anlatan”. Sonunda “en iyi taklit yapan”da karar kılınıyor.
Bu curcuna içinde Tüylü’yü görüyorum bir an. Öndeki yerinden kalkıyor ve kimseye çaktırmadan arkaya kaçmaya çalışıyor. Adam neredeyse görünmez olmak istiyor. Öndeki grubu yarıp, güç bela koridorun ortasına geldiğinde, tökezleyip yere kapaklanacak gibi oluyor. Biri koridora çanta koymuş. Kendini güçlükle toparlayıp, en arkaya ulaşıyor ve benim gibi, en arka köşeye büzülüp kalıyor. Şimdi beşli koltuğun bir köşesinde ben, bir köşesinde o.
Birbirimize gülümsüyoruz. Bir kader birliği içindeyiz sanki. Sosyalleşemeyen gezi kurbanları. Elimdeki kitaba bakıyor.
“Ne okuyorsun?”
Kaldırıp gösteriyorum.
“Çok eskiden okumuştum, bir daha okumak istemişimdir hep,” diyor.
Kitabı uzatıyorum. “Ben okuyamıyorum zaten, biraz uyusam iyi olacak.”
Sevinçle alıyor kitabı. Gözlerimi kapamadan önce soruyorum.
“Hocam sizin kaç kediniz var?”