SAA-1 / 048 Bazen İyi Doyarız
Önüme gelen ilk çöp bidonuna basıp bir evin duvarına sıçradım. Oradan da bahçeye atladım. Buraları avucumun içi gibi biliyordum neyse ki. Bahçeden bahçeye, evlerin hayatlarından damlara, oradan da iç avlulara atlayıp kayboldum.
Akile Teyze –bizim evin sırtında evi vardır– sokakta oyun oynayan çocuklara kayrak taşı toplamak için bahçelerine girdiğimde, penceresini açıp bana seslendi.
“Maşallah evladım, maşallah! Sen bu kışı da atlattın mı?”
Saf gibi başımı salladım. Galiba gülümsedim de kendimden habersiz.
“Şuna bak bir de gülüyor… Kuzucum, on sekiz yaşını geçmiş işsizleri topluyormuş belediye, senin haberin yok mu?”
“Yok,” dedim. “Toplayıp ne yapıyorlarmış?”
“Ne yapsınlar…”
Eliyle tabanca işareti yapıp başına bir güzel sıktı.
“Sonra sönmemiş kireç dolu çukura, yallah! Sizinle mi uğraşacak devlet, millet.”
Şark! Kapadı penceresini, çekti tülünü.
Öyle kalakaldım.
Elimdeki kayrakları çocuklara verdim. Yokuştan indim. Hacı Cevat Camii’ne verdim sırtımı, doğru denize. Tam yola çıkıyordum ki, köşedeki midyecide çöplenen zabıtaları gördüm. Birisi ikiye ayırdığı midyeye limon sıkıyordu ki, gözü bana takıldı. Yanındakini dürttü, beni işaret etti. Sonunda hepsi bana doğru dönmüş bakıyorlardı.
Durdum.
Geri geri iki adım attım.
Çaktırmadan yan yola baktım. Boştu.
“Hey!” diye bağırdı zabıtalardan birisi.
Dönüp var gücümle koşmaya başladım.
Ardımdan ayak sesleri geliyordu. İki el sıktılar.
Önüme gelen ilk çöp bidonuna basıp bir evin duvarına sıçradım. Oradan da bahçeye atladım. Buraları avucumun içi gibi biliyordum neyse ki. Bahçeden bahçeye, evlerin hayatlarından damlara, oradan da iç avlulara atlayıp kayboldum.
Varyant’ın üst sokaklarında durdum. Sokak çeşmesinde avuçlarımı doldurdum. İçmek için eğilmiştim ki, kan damladı ayalarımdaki suya.
Elimle yokladım.
Sol boynumda incecik bir sızı vardı. Kurumuş kanları kavladım. Hâlâ heyecanlı kanım geliyordu belli belirsiz.
Mendilimi iyice bastırdım boynuma.
Hava kapatmaya başlamıştı. Yağmur yağdı yağacak. Yaşlı bir dutun kovuğuna girip bekledim. Bir yandan da düşünüyordum. Yakalansam ne olurdu ki? Yarama bakarlardı. Çok ağırsa orada şah damarımı kesip kanımı iyice akıtırlar, en yakın kasaba kilo hesabı satarlardı beni. Yok, sağ selamet, eksiksiz ellerine geçersem barınağı yolardım.
Akile Teyze, ben bilmiyor muyum işsizleri toplayıp –güya– kulaklarına küpe taktıklarını?
Göstermelik bir form doldururlar. Aşıları tamamlanır, kısırlaştırıcı haplar zorla yutturulur. Üst baş düzeltilir biraz. Sonra gazetecilere takdim sırası gelir.
“Topluma yeniden kazandırma eğitimlerine bu ay katılan yeni kursiyerler törenle…”
Sonra herkes gider. İşsizlerin gözleri göz olur işte o zaman. Koca koca, kara kara açılırlar. Demir kapılar, pencereler iner. Eğer şanslılarsa, barınağın tabanındaki deliklerden gaz verirler. Uykuda, serin serin ölür herkes.
Yağmur dindi. Karanlık indi.
Kıyıdan, kenardan ve karanlık gölgelerin içlerinden süzülüp mahalleye geri vardım.
Herkesin ışığı yanıyordu.
Kış bitimi evler yaşayanlarla doludur. Mutlu son, kestanelere çizik atılır. Radyoda korolar başlar. Televizyon saatini bekler bir yandan çocuklar. Ben bunların hepsini bilirim.
Eve vardım. Arka bahçeye geçtim. Akile Teyze’nin ışığı yanıyordu. Kıştan çıktığımız için bir tüy kadar hafiftim. Kemiklerimin içini havayla doldurup iyice seyrettim kendimi. Yağmur oluğuna tutunup tırmandım. Işık yanan odaya baktım.
Akile Teyze yere oturmuş, ayakuçlarına sardığı yün çilesini söküyordu. Bir yandan da televizyonda “Kutunu açayım mı?” diye bağıran beyaz saçlı bir adamı izleyip gülüyordu.
Duvarın pütürlerine tutunarak yan cama geçtim.
İşte burası mutfaktı. Camı ağır ağır zorladım. Pencerenin dili düşüverdi. İçeriye süzüldüm.
“Kuru fasulye,” diye fısıldadım.
Bir tencere kuru fasulye bir sarayın hazinesinden daha kıymetliydi o gece. Çünkü hava iyice serinlemişti ve işsizler eski kilisenin bahçesinde kediler, salyangozlar, kulaklı orman baykuşları ve kırmızı Kaliforniya solucanlarıyla birlikte toplanıyorlardı.
İyi yedik o gece.
Çok iyi yedik.
Epey doyduk yani.
—