Ad dediğin nedir ki?
Ne demişti sevdiği gencin düşman aileden, yani bir Montague olmasına kederlenen Juliet, geceleyin o balkonda?
“Ad dediğin nedir ki? Gülün adı farklı da olsaydı, kendisi aynı güzellikte kokardı.”
Bunu bir de Gülün Adı’na söylemeyi denesin bence.
Yukarıdaki alıntıyı çevirirken “ad” yerine “isim” dediğimi düşünün bir… Umberto Eco’nun meşhur romanıyla bağlantı kurmak daha zor olmaz mıydı? “Gülün İsmi”, aynı anlama sahip olmasına rağmen, yine de kulağınızı biraz tırmalıyor, değil mi? Eh, nihayetinde adlar, adlandırdıkları şeylerin öz niteliklerini belirlemez belki, ama yine de biraz biraz onların yazgısıdırlar. Onlarla alışılmış hale gelir, onlarla hatırlanır, hatta bazen onlarla ön-yargılanırlar. Ve evet, sadece her resmi işlemde adı düzgün yazılsın diye kendini paralayan o adam için ve adını Çıtıpıt koymak suretiyle üç sene sonra büyük bir tezat içinde var olmaya mahkûm ettiğiniz o azman tekir için değil, kitaplar ve filmler için de geçerlidir bu.
Kitabı kapağına, filmi adına göre seçmeyelim isteriz ama… Özellikle yayıncılık dünyasına aşinaysanız, bir ismin bir eserin popülerliğini pekâlâ etkileyebildiğinin farkındasınızdır. Hem de sadece orijinal isimlerin değil, çeviri isimlerin de. Kitap ve film adlarının, çeviriye dair nadir popüler sohbet konularından biri olması boşuna değil ya? “Yahu ne alakası var kitabın / filmin orijinal adıyla bu çevirinin, insaf!” yollu onca itiraz boşa mı yükseliyor?
Mesela: Lock, Stock and Two Smoking Barrels, hayatta ne tür bir güzergâh izleyerek Ateşten Kalbe Akıldan Dumana olmuş olabilir? The Truth About Cats and Dogs alerji yapmasın diye mi Gözler ve Sözler olmuş? Beatles şarkısının adı Norwegian Wood yeterince tanınır ve cazip bulunmamış da mı İmkânsızın Şarkısı denmiş – ve “imkânsız” kelimesiyle bu durumun çıkışsızlığına üstü kapalı gönderme mi yapılmış?
Bu tür “ilginç” çeviri tercihlerinin civarında yer almış (ve bazen ortasında kalmış) biri olarak şunu söyleyebilirim: Genellikle bu çeviriler, açıklayıcı ve seyirci çekecek bir ismin orijinal anlamı karşılayan bir isimden daha önemli olduğu düşüncesiyle ortaya çıkıyor.
Üstelik yeni bir mesele de değil bu. Bir örnek vereyim: Hollywood’un gelmiş geçmiş en önemli yönetmenlerinden Frank Capra’nın meşhur filmlerinden Meet John Doe, Türkiye’de Cihan Hâkimi olarak bilinir. Tamam, kimliği belirsiz kişiler için kullanılan Amerikan “John Doe” kavramını çevirmek zor, ama çevrilemiyor diye “her şey serbest” türü bir ruh haline geçilmiş galiba!
Bana kendimi bildim bileli en komik gelen film adı çevirileriniyse, bir “bütün” olarak Bruce Lee’nin üç filmi teşkil ediyor galiba: 70’lerin başında Lee’nin ciddi çıkış yapmasını sağlayan The Big Boss (Büyük Patron), Türkiye’de Patron Benim adıyla gösterilmişti. Sonra Fist of Fury (Hiddet Yumruğu) filmi Türkçe Kral Benim adını aldı. Daha sonraki The Way of the Dragon (Ejderin Yolu) filmiyse Dünyada Benden Büyük Yok adıyla çıktı. Farkındaysanız, Türkçe’de bu üç film, orijinal adlarında var olmayan bir “dünya fethi” hikâyesi oluşturuyor! Çeviride hep bir şeyler kaybedilecek değil ya – burada da Lee, Türkçe bir bonus olarak “dünyayı” kazanmış! Ve tabii ki, bu alabildiğine namağlup, alabildiğine muzaffer film isimlerinin 70’ler – 80’ler Türkiye’sindeki Bruce Lee algısında önemli yeri var.
İsmin anlamı ve algıyı değiştirmesi için, köklerinden böyle vahşice kopması da gerekmiyor gerçi. Örneğin, John Milton’ın Paradise Lost’u bizde Kayıp Cennet adıyla bilinir. Tanınmış, ayrıca çok da güzel bir addır bu… Milton’ın bu epik şiirinde neler olup bittiğini bilmeseniz, ihtimal o ki, zihninizde “efsanelerde geçen ama bir türlü bulunamayan harikulade bir yer” fikri uyanacaktır. Gelgelelim Paradise Lost, Kayıp Cennet demek değil. Eski (ve Latincede kökleri bulunan) bir isimlendirme geleneğin parçası olan bu ad, daha ziyade “Cennetin Yitirilişi” anlamına geliyor. Nitekim şiiri okursanız… karşınızda basbayağı Cennet’in yitirilişinin, insanın pek de kayıp olmayan bir Cennet’ten düşüşünün öyküsünü buluyorsunuz!
Eh, ismin etki alanı böyle geniş olunca, orijinal anlamdan bağımsız olarak başlığına oturdukları eserlere güzellik katan adlar da olabiliyor tabii. Çeviride çoğu zaman geçerli olan bir durum burada yine kendini gösteriyor: İcadınız güzelse, mânâda yüksek isabet şart olmuyor. Mesela, Tahsin Yücel’in çevirdiği Bilirbilmezler (orijinali: Bouvard et Pécuchet) kendi başına çok ilgi çekici bir isme sahip. Keza, Cemal Süreya’nın çevirdiği Gönül ki Yetişmekte de (L’Education Sentimentale) çok güçlü bir kitap ismi.
Bazı fantazya hikâyelerinde (mesela Yerdeniz Büyücüsü) adlar özellikle güçlü şeylerdir, bir şeyin adını bilirsen ona hükmedebilirsin. Siyasette de sürekli karşılıklı yakıştırmalar, lakaplar yağdırılır; çünkü siyasetçiler bilirler ki, bir şeye ne dendiğini kontrol edebilirsen, onun nasıl algılandığını da kontrol edebilirsin – ve siyasette “algılanmak” ile “olmak” çoğu zaman eş anlamlıdır. Bence bir orijinal isimle oynamaya gönülsüzlük de, düz çevirinin iş görmeyeceğini sezip hummalı bir yeni isim arayışı da aslında bunu anlamaktan kaynaklanıyor.
Yüreğimize su serpmek istercesine, “Gül bir güldür bir güldür bir gül,” demiş Gertrude Stein. Fakat fark ettiniz mi, sonuçta yine de gülden gitmiş? Tıpkı önceki Juliet gibi ve sonraki Eco gibi: Üçü de gülü “ad”ın ötesinde mutlak cazibesi olan bir şey, müthiş bir sembol olarak kullanıyorlar. Hatta Eco böylesi güçlü bir sembolün adının her anlama geleceğini ve hiçbir anlama gelmeyeceğini, yani “boş” olacağını düşünüyor, kitabının adına da bu ışıkta bakmak gerekiyor.
Gelgelelim, bu durum Gülün Adı’nın çok güzel bir ad olduğu gerçeğini değiştirmiyor. Boş moş, onun için hava hoş!