Basından: “Paris’te kiraz zamanı” – Radikal Kitap

Basından: “Paris’te kiraz zamanı” – Radikal Kitap

ON8
30 Ekim 2012

Mavi Kirazlar, dört Fransız yazarın dört karaktere can verdiği dört ciltlik bir seri. Paris’e açık bilet niteliğinde, gizem dozu yüksek, özgün bir proje aynı zamanda. Serinin çevirmeni Mehmet Erkurt, bu dört kişilik geminin kaptanı Cécile Roumiguière’le söyleşti. Radikal Kitap’ın 26 Ekim 2012 tarihli sayısında yayınlanan söyleşiyi sizlerle paylaşıyoruz.

İki yıl önce tanıştığım dört yakın arkadaş; Amos, Zik, Satya ve Violette; yani Mavi Kirazlar. Paris’in dekorunda, kenti bana sokak sokak gezdiren dört oyuncu, dört ses, dört anlatıcı. Bazen bugünden fırlama, sıradan birer genç; bazen de şehrin hayaletleri arasına karışmış huzursuz birer ruh. Dertleri kimi zaman ortak, kimi zaman tekil, dokunanı yakar türden. Aşk ve arkadaşlık, aile ve benlik, ötekilik ve kimlik, her günün menüsü. Ama üç yıl önce yaşadıkları ve bir türlü uyanamadıkları bir kâbus var ki, arkadaşlıklarının tutkalı, taşıdıkları bu naif adın da koyu gölgesi.

Cécile Roumiguière, Jean-Michel Payet, Maryvonne Rippert ve Sigrid Baffert’in dört ciltlik Mavi Kirazlar dizisinin ilk iki kitabı “Damdaki Melek” ve “Yol Filmi” yayınlanmış, “Acele Etme” ve “Mavi Ay”sa yoldayken, serinin editörü ve Violette karakterinin yazarı Cécile Roumiguière’le konuştum.

Mavi Kirazlar hayalini kurmanızla başlayalım mı?

Mavi Kirazlar, 2006 Aralık’ında, Paris ve Carcassonne arasındaki yolda doğdu. Violette’in birinci kitapta yaptığı yolculuğun aynını yapıyordum; ama Vio trene binmişti. Uzun süre sahne sanatlarıyla uğraştıktan sonra yazarlığa başladığımda, yaptığım iş yalnızlığı da beraberinde getirdi. Bir hikâyenin, salt metin düzeyinde farklı kişiler tarafından anlatılması, farklı yazarların ve karakterlerin seslerinin aynı metinde yansıtılması deneyimini yaşamak istiyordum. Genç ya da ergen bir arkadaş tayfası gibi, bir yazarlar tayfası kurmak fikri de bu şekilde, kendiliğinden geldi.

Dört yazar kendiliğinden bir araya gelmediniz ama değil mi? Önceden bir tanışıklığınız var mıydı?

Her biriyle ayrı ayrı, edebiyat ödül törenleri sırasında tanıştım. Maryvonne’la (Zik) Saint-Raphaël’de; Jean-Michel’le (Satya) Paris banliyösünde, bir video çekimi sırasında; Sigrid’le (Amos) bir diğer çocuk ve gençlik kitapları ödülü Incorruptibles Ödülleri’nin kokteylinde tanışmıştım. Üçünü de arayıp projeyi anlattım, tamam dediler. Birbirlerini tanımıyorlardı bile.

Mavi Kirazlar’ın öyküsünü, karakterleri nasıl çalıştınız peki?

Başlıca ilkem, yazarlara yüzde yüz özgürlük tanımaktı: İstediğimiz türde –öyküye oturtabildiğimiz sürece, bilimkurgu bile olabilirdi– ve uzunlukta yazabilirdik. Tek zorunluluk, karakterlerin öykülerini birinci ağızdan anlatmaları, arkadaş olmaları ve öykülerinin çakışmasıydı.

Her yazar “bir rol seçip”, özgürce tasarladığı karakterinin ağzından diğer yazarlara e-posta’lar yollamaya başladı. Mesela iki kız, iki de oğlan olacak diye bir ortak karar vermedik, kendiliğinden gelişti bu da. Daha sonra kapalı bir forum açtık ve orada karakterler ailelerinden, hayallerinden, öfkelerinden, filmlerden, sevdikleri müziklerden söz etmeye başladılar. Herkes diğerini tanımayı öğrendi. Mavi Kirazlar’ın grafik gözü olacak kişiyle buluştuğumuz gün, onları bağlayan ve son kitaba kadar sürecek bir sır bulmaya karar verdik. Dördüncü kitabın hazırlığına girişene kadar, Olivia’ya ne olacağı hakkında bir fikrimiz yoktu…

Yazım sürecinde sürekli bir araya mı geldiniz; yoksa herkes kendi köşesine mi çekildi?

Hepimiz Paris’te yaşamıyoruz. Mavi Kirazlar’ı yazarken dört-beş kez bir araya gelmişizdir. Çalışmanın kalanı e-posta’larda ve kapalı forumda gerçekleşti. Bir anlamda rol yapma oyunu gibiydi; karakterlerimiz doğrudan birbirleriyle konuşuyorlardı (hâlâ konuştukları oluyor!). Bu beyin fırtınaları sırasında, Olivia’nın gizemi başta olmak üzere, tüm günü öykülerimizi birbiriyle tutarlı hale getirmeye çalışarak geçiriyorduk. Ayrıca herkes kendi karakterinin (dolayısıyla diğer karakterlerin) yolunu, kendi başına çiziyordu. Birinci kitabı eş zamanlı yazdık. Takvimlerimizi masaya yatırdık ve herkes kendi köşesine çekilip çalıştı. İkinci kitapta, karakterlerin karşılaşmaları sıklaştı ve bu kez sırayla yazdık. Her seferinde sürprizlerle karşılaştık: Benim yazdığım Violette, Sigrid’in yazdığı Amos’u Concorde Meydanı’nda, kış vakti tişörtüyle pedal çevirirken görünce; Amos’un öyküsüne orada ne aradığını anlatacak biçimde yol vermesi gerekti. Bir öyküden diğerine bu tip sıçrayışlar çok heyecan vericiydi!

Karakterleri tasarlarken ne kadar kendinizden yola çıktınız? Violette ne kadar Cécile ya da Cécile ne kadar Violette?

Kim ne kadar karakter, ne kadar yazarın kendisi? Bu soruyu yazdığımız her şey için sorabiliriz. Kuşkusuz, bazen yazdığımız karakterlerin tamamen dışında duruyoruz, bazen de, bizden bir ya da birden fazla parçayı kaçınılmaz bir şekilde taşıdıklarını görüyoruz. Öte yandan, kalemimizden kendiliğinden dökülenler var. Violette’in gece vakti, gözlerini ay ışığı altındaki Carcassonne’a çevirdiği sahnede, çocukken o surlara her baktığımda hissettiklerimi tasvir ettim. Hızmasını takdığında da, bugün sokaklarda karşılaştığım o gençlerden biri oluveriyordu. Kendisine durmadan sorular sorma hali ve bunların her zaman doğru sorular olmaması; kendini sinemayla, kitaplarla beslemesi, belki de benim yaşadığım gençliği daha çok anımsatıyor.

Bütüne dönüp baktığınızda, en beğendiğim karakter Violette diyebilir misiniz?

Hayır, bunu söyleyemem, o benim yazmayı seçtiğim karakter. Aslında, seçmek de değil! Arkadaşlarınız arasında, şu ya da bu arkadaşım diye bir seçim yapabilir misiniz? Her karakteri seviyoruz, anına göre daha az ya da daha çok duyulabiliyor bu sevgi. Mavi Kirazlar söz konusu olduğundaysa, biri olmadan diğerini düşünemeyiz.

Kirazlar’ın yaşlarını ve hedef okuyucu kitlesini düşününce… Özellikle cinsellik söz konusu olduğunda kendini sansürden alıkoyamayan ülkemizi düşünüp sormadan edemiyorum: Kendinizi otosansür uygulamak zorunda hissettiğiniz bir pasaj oldu mu?

Hiç farkında olmadan kendimize otosansür uyguluyoruzdur belki, kim bilir… Ama Mavi Kirazlar’da bunu yaptığımı düşünmüyorum. Violette’in öyküsünü kaleme alırken, cinselliğe ilk adımları atmasını planlamamıştım, doğalında gelişti bu; nasıl benzeri anlar hayatta doğal bir şekilde gelişiyorsa. On altı yaşımda, bu tip kitaplar okumuş olmayı isterdim; örtmece yapmayan, ahlak dersi vermeyen… İlgimi çeken, Violette’in, yani on altı yaşında bir kızın, keşifleri karşısında hissettikleri ve bunlarla nasıl başa çıktığıydı. Kitap yazmak, çok uzun süre, neredeyse erkeklerin tekelindeydi. Artık kadınların da cinsellikten ve dünyada var oluş biçimlerinden söz edecekleri kelimeleri ele geçirmelerinin zamanıdır. Hazır siz bana bu soruyu sormuşken, ben de şunu bilmek isterim: Dizinin Türkiye’de basılan kitapları “eksiksiz bir bütün” halinde mi yayımlandılar… “sansürlü” halleriyle mi?

Ne ben ne de ON8 bu kitaplara bir sansür uyguladık. İyi mi ettik, iyi halt mı ettik, bunu bize okurlar söyleyecek. Başkası değil.

 

, , , , , ,
Share
Share