Buraya kadarmış… demeyenler
Günaydın garabet.
Sabahı akşamına uymayan bir ev arkadaşıyla yaşar gibiyiz epeydir. Hangi günaydın’a uyanacağımızı bilmeden yatıyor, haber akışlarından kopamıyor, o meçhul günaydın’ı düşünerek dönüyoruz yatakta bir süre. Uykuyu unuttuk, melatonin bezlerimiz çoktan iflas etti.
Ülkenin hormonlarında da bozulmalar başladı. Kanun yapan (lexamin), adaleti sağlayan (justolin) ve bilgilenme süreçlerini yöneten (mediatin) bezlerden birtakım çuvallar dikildi en son. Bir kısmı, değişimden korkan gözleri perdelemeye; kalanı da “istenmeyen” oylarla doldurulup, devlerin yatağına yastık edilmeye ayrıldı ki, evlerinde rahat rahat uyuyabilsinler.
En azından evdeki hesap da, çarşıdaki hesap da buydu. Ama olmadı. Çünkü halk ne evindeydi ne de çarşıda. Halk sandık başındaydı, hâlâ da öyle. Gecelerdir. Uyumamacasına.
Kimse, “Buraya kadarmış,” demedi. Diyecek gibi de değil artık.
Eh, mevsimlerden bitmez bir haziran. #Gezi, yoğunlaştırılmış bir “vatandaşlık” kursuydu. İçimizdeki dönüştürücü gücü, ne gibi müştereklerde buluşmak istediğimizi, bilinçsizce sonraya attığımız önceliklerimizi göstermişti bize. Hem aklımıza konuşuyordu hem de gönlümüze. Yeşil çimen üzerinde âşık olduyduk birbirimize ve “bağzı” şeylere. Kimimiz yaşadıklarımızı parka gömüp ayrıldık Gezi’den, çoğumuz Gezi’p duruyoruz “otur” diyene inat.
***
Buraya Kadarmış da adından mütevellit duygularla cebelleşen yeni kitabımız. Almanya’nın pek az bildiğimiz, Avrupa Birliği yıldızlarının kolay kolay parlayamadığı, pencerelerden bile yansıyamadığı mahallelerinde geçiyor.
Berlin Duvarı’nın yıkılışını izleyen iç göç sonrasındaki Doğu Almanya, tam bir pes etmişlik içinde. Beklentisizlik ve uyuşukluk, insanlara çökmekle kalmamış, yoğun ama saydam bir gaz bulutu gibi solunur olmuş kentte, binalarda, sokaklarda. Uzun süreli işsizlik erken emekliliğe dönmüş, geçmişe duyulan özlemin uyuşuk hüznüne, ihmalkâr devlete karşı beslenen öfke bulanmış; aralarındaki boşluğu ve ataleti doldurmak da alkole kalmış.
Yarına dair hayallerin yer bulamadığı bu tortulu ortamda genç olmaksa, bambaşka bir mesele. Yalnızca bugüne ve geçmişe hapsolmuş yaşamlarında, kapalı devre bir öfke ve haksızlık duygusundan onlar da besleniyor. “Kankalık” kurumu (!) kendini çeteleşmeye, şekillere, sembolik müştereklere, racon kesmelere, delikanlılığa ve hatta Neo-Nazi söylemlere teslim ediyor.
14 yaşındaki Alex, tam da böyle bir ortamda büyüyor. Kendisine, işlemediği bir cinayetin suçu yüklenmiş. Hatası, yanlış zamanda yanlış yerde olmak. Eh… biraz da ibiş olmak. Yine de başı büyük dertte. Çünkü, aynı bıkmışlık ve bırakmışlık içindeki polisin hakikati bulmak gibi bir derdi yok, bitmiş, kalmamış, siparişte… Hazır elinde bir sanık varken, bu sanık da potansiyel suçlu olarak gördüğü gençlerden biriyken, soruşturmayı derinleştirmeye gerek görmüyor.
Alex, atalete batmış adaletle boğuşan bir genç. Yarı parçalanmış ailesinden ve iki dostundan başka kimsesi de yok. Sistemden medet ummasıysa çok zor. Sık sık, “Buraya kadarmış,” diyor da, bu lafı aynı hızda yutması bir oluyor.
***
Ne tuhaf, değil mi? Adalet (!) sistemi, canı istediğinde ne kadar da adil olabiliyor oysa.
Derdi gençlerle mi acaba?
Yoksa sorun, insan ürünü olmasında mı?