Çadır Tatili
Güneşin ilk ışıkları çadırın üstüne düşer düşmez içerisi fırın gibi ısınmaya başladı. Yattığım yerde yüzükoyun dönerek gözlerimi sıktım ve kendi yarattığım karanlığın içinde bir süre daha uyumaya çalıştım. Tam dalıyordum ki, Çiğdem gördüğü rüyanın içinden bir çığlığı çekerek gerçek dünyaya gönderiverdi. Hemen arkasından da Cem’in sesi.
“Tamam aşkım, geçti. Sadece bir rüyaydı.”
İyi ki söyledin, bilmiyorduk, diye geçirdim içimden. Çadırın sıcaklığı, içeri böcek filan giremeyeceğini bana yeminlerle söylemelerine rağmen bütün gece üstümde gezinebilecek küçük yaratıkların endişesi, Cem’in horlaması, Çiğdem’in arada bir iç çekişleri derken, üçüncü geceyi de azıcık uykuyla devirmiştik işte. Bu saatten sonra da uyumanın imkânsız olacağını biliyordum. İkisi de uyanmışlardı artık.
Çiğdem soluk soluğa, rüyasında onu kovalayıp bahçe duvarının önünde sıkıştıran köpekleri anlatmaya başlamıştı bile. Hem de ne anlatmak! Bütün detaylarıyla. Oturup adamakıllı dinlesem, konusu kudurmuş köpekler olan bir felaket filmi senaryosu yazabilirdim. Rüyalarını bu kadar net hatırlayan insanlara hep özenmişimdir. Ben asla hatırlayamam.
Rüya anlatma faslı nihayet sona erdi. Bunun ardından da sabah koklaşmaları bölümü gelecekti.
“Günaydın,” deyip yerimden kalktım.
Öpüşme arasından yarım yamalak bir günaydın geldi yattıkları yerden. Bakmadım. Ayaklarına basmamaya çalışarak dışarı çıktım. Çadırın önündeki katlanır masayı çevreleyen sandalyelerden birine oturdum. Dün gece yaptığımız kahveden termosta kalmış mı diye baktım. Biraz vardı ve hâlâ ılıktı. Kâğıt bardakların temizleri içerdeydi ve kesinlikle içeri girmek istemiyordum. Çiğdem’in çıkardığı kıkırdamalara bakılırsa, içeri girmem hem beni hem de onları rahatsız edecekti. Kahvemi termosun kapağına doldurup içmeye başladım.
Yandaki çadırda kalan iki oğlandan sarışın ve kıvırcık olan dışarı çıktı. Dün gelmişlerdi. Bizim gibi acemi çadırcılar. Çadırı kurmalarına yardım ettik. Çay içtik birlikte sonra. Biri tıpta, biri eczacılıkta okuyormuş. “Doktorunuz da eczaneniz de ayağınıza geldi,” diye saçma sapan bir espri de yaptılar.
Şimdi dışarı çıkan, tıfıl eczacı. “Günaydın,” diye seslendi beni fark edince. Oturduğum yerden kahvemi kaldırarak cevap verdim. Bu hareket aslında içki kadehiyle yapılıyordu galiba.
“Büfeye gidiyorum, yiyecek bir şey ister misin?” diye sordu. “Tost filan?”
“Yok, böyle iyiyim,” dedim, bu da Amerikan filmlerinden aşırma bir replikti, kesin.
No, I am fine. Uzun süre, Türkçe’de böyle denip denmeyeceğini düşündüm. Karar veremedim.
Ben bunları düşünürken, o çoktan uzaklaşmıştı. Büyük ihtimalle, amma da manyak kız, diye geçiriyordu içinden.
Telefonumu açtım. Bir sesli mesajım vardı. Annem. Kızım çok merak ediyorum, diyordu neredeyse ağlamaklı bir sesle. Bu çadır tatili de nerden çıktı? Beni ara.
Aradım. On kez çaldırdım ama cevap veren olmadı. Sabah aydınlığı, çadırdan yansıyıp oturduğum masada kırmızı oyunlar oynuyordu. Hayatım hakkında düşünmeye çalıştım. Annem her zamanki gibi haklıydı. Ne işim vardı çadır tatilinde? Çadır tatili ancak bir sevgiliyle romantik olabilirdi. Ben hangi akla hizmetse, en yakın arkadaşım ve sevgilisiyle gelmiştim. Çiğdem’in de ne demeye beni çağırdığını anlamıyorum ya.
Bunu daha baharın başında planlamıştı. “Biz Cem’le çadır tatili yapacağız bu yaz. Sen de gel, macera olur.” Her şeyi böyle planlar Çiğdem. Benimse ne uzun ne de kısa vadede hiçbir planım yok. Bir rüzgâr esse de beni önüne katsa diye bekliyorum hep. Ne yapıp etti, aklımı çeldi. Daha iyi bir fikrim olmadığından, evde kalmış akraba kızı gibi, iki sevgilinin peşine takılıp buralara geldim.
Kahvemin içinde yüzme öğrenmeye çalışan bir sineği fark ettim ve bardağın kalanını yere boşalttım. Az sonra da eczacı, ağaçların arasından çıkageldi.
“İstemedin ama yine de sandviç aldım,” dedi elindekini masaya bırakırken. Düşünceli çocuk, hoşuma gitti. Baktım, davet bekliyor gibi.
“Oturmaz mısın,” dedim. “Gerçi çay kahve ikram edemem ama…”
Yanımdaki sandalyeye oturdu. Elindeki poşetten, karton kutuda iki meyve suyu çıkardı. Birini bana uzattı.
Hiç konuşmadan sandviçlerimizi yemeye ve kutuya soktuğumuz pipetlerden gelen o komik hüüüp sesiyle meyve suyumuzu içmeye devam ettik. Kutunun dibindeki o en gürültülü hüp’e sıra gelince ikimiz de gülmeye başladık. Neden bu kadar çok güldüğümüzü bilmiyorum ama epey bir süre devam etti. Öyle ki Çiğdem’le Cem de muhabbetlerinden vazgeçip ne olduğunu anlamak için dışarı çıktılar.
Ellerini iki yana açmış, “Ne?” diye soran Çiğdem’e, yanımdaki çocuk bir şeyler açıklamaya çalışırken, ben farkında olmadan, peynirin tadına bakmaya gelmiş bir arıyı sandviçle birlikte ısırdım ve ânında kendimi yere atarak acı içinde bağırmaya başladım. Arı dilimi sokmuştu ve hayatımda hiç bu kadar canımın yandığını hatırlamıyordum. Dilim ağzıma birkaç beden büyük gelip dışarı fırlayacak sanıyordum.
Üçü birden hayretler içinde, bir saniye önce gülme krizine giren birinin yerde neden böyle tepindiğini anlamaya çalışıyordu. Konuşamadığım için parmağımla ağzımı işaret ediyordum. Zaten o kocaman dille konuşabilmemin olanağı da yoktu.
Eczacı durumu anlamış olmalı. Koşarak çadırlarına gitti. Birazdan, yanına doktor arkadaşını da almış, geri döndü. Sonrası yattığım yerde Çiğdem’in pantolonumun düğmesini çözüp beni utançtan öldürecek şekilde popomun nerdeyse tamamını açması ve bir iğnenin arıdan daha az canımı yakarak etime saplanması.
Yeniden konuşabilecek duruma gelmem fazla sürmedi. Meğer bizim tıbbi yardım ekibi, ne olur ne olmaz diye, böcek sokmasına karşı iğne almış yanına. Böylece, en başta dedikleri gibi doktorumuz ve eczacımızın yanımızda olması işimize yaradı.
Kendimi toparladıktan sonra, bizim kıvırcık eczacı bu sefer de soğuk bir şeyler almak için büfeye gitmeye kalktı. Diğerlerine hiç bakmadan sadece bana, “Gelmek ister misin?” dedi.
Teklifini ikiletmeden ayağa kalktım. Dilimin acısı hâlâ zihnimi oyarken hiç konuşmadan beyaz atlı prensimin peşine düştüm.