Don Kişotluğun Lüzumu, Don Quijote’nin Lüzumu
Anlattığımız öyküler muhtemel yaşantılarımızın yayıldığı haritada sivri birer doruk, parlak birer deniz feneri olma gücüne sahipler. Ne olabileceğimizin ya da olmak istemeyeceğimizin gerçekçi değilse bile simgesel nirengi noktaları olabiliyorlar. Hayat dalgalarının heyecanı ve yolculuğun baş döndürücülüğü içinde onları kerteriz alıyoruz, farkında olarak ya da olmayarak. En karmaşık halleriyle bile pür modeller teşkil ediyorlar bize, çünkü hayali karakterlerin ötesinde birer fikir halini alıyorlar.
Bu tabloda Don Quijote ya da adının bizde nam salmış versiyonuyla Don Kişot da, şüphesiz edebiyat tarihinin en önemli karakterlerinden, en kalburüstü isimlerinden birini teşkil ediyor.
Peki biz gündelik hayatımızda bu anlı şanlı ismi en çok ne vesileyle duyuyoruz?
Muhtemelen, “Don Kişotluğun lüzumu yok” sözünün bir parçası olarak!
Ya da “Don Kişotluk yapma” gibi kalıplaşmış tembihlerin içinde.
“Don Kişotluk yapmak”, kültürümüzün çıkardığı (ve tercihen araya “efendime söyliyeyim”ler serpiştirilerek sayılacak) lüzumsuzlar listesinde anlı şanlı yerini almıştır. “Amerika’yı yeniden keşfetmenin lüzumsuzluğu” ve “icat çıkarma!” tembihiyle aynı sulardan beslenir: “Elalem”in çoktan bulup da uygulamaya koyduğu bir yaklaşım varken, yenisini bulmaya çalışmanın gereksizliğini vurgular ve bilhassa genç dimağları, yaratmanın çırpıntılı sularından uzak, aynen kopyalamanın dingin ve hava almamaktan ağır kokan sularına yakın tutmaya yöneliktir.
“Don Kişotluk yapmak”, sonuç alınması çok da muhtemel görünmeyen zorlu işlere kalkışmaktır, yani pratiklik (ki kahramanımızın yardımcısı Sancho Panza tarafından temsil edilir), uygulanabilirlik dinlemeyen idealizmdir, hayalperestliktir. Tıpkı kardeşleri gibi, “Don Kişotluk yapma” tembihi de hep bizim iyiliğimizi ister; boş hayaller peşinde kendimizi harcamamamızı, şu hayattaki azıcık vaktimizi ve gençliğimizi heba etmememizi, günü en-bir-kolay-yakalanır yerinden yakalamamızı söyler. Pragmatik parmaklarıyla sırtımızı sıvazlar; “haydi yoldaş, şu gördüğün daha önce defalarca tepilmiş yoldan aynen devam” diyerek yolcu eder bizi. Böylece de hayallerimizi, doruklara gözünü dikmiş yüksek ideallerimizin peşinden gitme şevkimizi öldürmeye çalışır.
Öte yandan, elbette ki hayati derecede önemlidir Don Quijote ve Don Kişotluk. Şöyle soralım: Edebiyat tarihinde kaç karakter başlı başına bir özelliği temsil eder, neredeyse sıfat niyetine kullanılır hale gelebilmiştir? Bir mit olmuştur? Diyelim Frankenstein (maalesef genellikle yanlış karakter kastedilir ama)… Diyelim, Moby Dick’in saplantılı Kaptan Ahab’ı… Diyelim, Goethe’nin Genç Werther’i… Hangi ölçütlerle sayarsanız sayın, bu sıfata dönmüş mitik karakterler arasında Don Quijote tüm heybetiyle tahtına oturacaktır mutlaka. Çünkü “Don Kişotluk yapmak” tabirine yakışır raddede güçlü ve pür, anlam yüklü bir karakterdir Don Quijote.
Nitekim bizde olduğu gibi, İngilizce’de de “Don Kişotluk” bir deyiş halini almıştır. “Quixotism” der İngilizce konuşanlar buna ve aşağı yukarı bizim “Don Kişotluk yapmak” tabirimizle aynı şeyi kastederler: Pratikliği feda etmiş bir idealizm, devlerle savaşmak için yola çıkan ve nihayetinde değirmenlerle savaşan bir romantizm. (Zira Don Kişot karakteri, mum ışığında yemek yemeye indirgenmiş modern zaman romantizminin değil, olağanüstü, fantastik şövalye hikâyeleri anlatan “romans” türünün bir takipçisi olarak, asli romantizmin temsilcisidir.)
Peki, Cervantes’in Don Kişot’u bu doğrucu davutluktan, bu ne olursa olsun iyiliğin ve adaletin safında yer alan deli şövalyelikten mi ibarettir? Yenilemeyecek değirmenlere (daha doğrusu, bir fikir olarak “dev”lere) savaş açması mıdır yegâne özelliği?
Öncelikle, şunu unutmamalı: Nasıl ki, Shakespeare İngilizce, Dante ise İtalyanca demekse, Don Kişot’un yazarı Cervantes de İspanyolca demektir. Sadece bir dönemin değil, bütün bir dilin kaderini etkilemiş bir edebi eserdir Don Quijote. Modern Batı romanının pınarı sayılır. Ve bu edebi konumu içinde, bir taraftan da ilk “bibliyofil” roman karakterini bize sunar: Don Kişot sadece kendinden sonraki kitapları besleyen bir karakter değildir, aynı zamanda kendisi kitaplardan beslenen bir karakterdir. Bu karakterin en ilginç tarafı, kendi gerçekliğini kitapların gerçekliği üzerine kurmuş olmasıdır. Bu karakterin en ilginç tarafı, kendi hakikatini kitapların hakikati üzerine kurmuş olmasıdır. Dünyayı kitaplarda anlatılan değerlerin (ki onun durumunda genellikle “şövalyelik erdemleri”dir bunlar) filtresinden gören bir gerçekliktir onunki.
Bizim de okur olarak Don Kişot’la ilgili vereceğimiz en önemli kararlardan biri, onun dünyayı değirmenlerden değil de devlerden ibaret görmesine kendi iradesinin ne kadar müdahil olduğu meselesine dairdir. Bu karara göre Don Kişot, katıksız bir deli değil de, kendi dünyasını kitaplardaki “pür fikirler”le yeniden inşa etmiş bir bibliyofil (kitapsever) haline gelebilir.
Yani evet, Don Kişot aslında roman tarihinin ilk “kitapkurdu” kahramanıdır!
Cervantes, Don Kişot’u yazdığında roman biçimi henüz çok gençti. Bugün roman, edebiyatın en popüler biçimi, ilhamını yazılmış olanlardan alan karakterler de artık edebiyatta klasik bir unsur haline gelmiş durumda. Öte yandan, artık “yazı”nın ve “okuma”nın başlıca mecrası kağıt değil, internetin sanal sayfaları haline geliyor. Bunun bir uzantısı olarak “okur fantezisi”, yani okuduklarımız üzerinden yarattığımız hayali “persona”lar da kâğıtta değil internette ikamet ediyor. Nitekim artık internet – özellikle de sosyal medya– olmak istediğimiz, görmek istediğimiz “biz”in resmi haline gelmiş durumda…Tabii, zaman zaman da ne olmak istemeyeceğimizin. Artık “gerçek hayat”taki “biz” ile “yazıdaki biz” arasında Don Kişotvari bir başka uçurum var: Klavyemizin tuşlarının çizdiği bizle eylemde bulunan biz arasındaki çevrimiçi/çevrimdışı uçurumu. O uçurumu ne kadar kapatmaya, ne kadar “yazıdaki gibi” olmaya talip olacağız?
Don Kişot, hakikaten değirmenlere karşı savaştığından tamamen bihaber olacak kadar “deli” midir? Ve öyleyse, deliliği değerli bir delilik midir? Hayat, ne ölçüde ideallerimizin tarif ettiği gerçekliğe göre yaşanabilir?
Galiba bu şövalyelik serüveninin kilit noktası, bu soruların cevabında yatıyor. Yani bir bakıma, yazımızın dünyasının hakikatinde…