Hadi o zaman, sofraya…
MEHMET ERKURT – 4 Şubat 2015
Bizim, siyasetten azade, söylemlerle kirlenmemiş müşterek barış ortamlarına ihtiyacımız var. Ve zaten sahip olduğumuz şeyleri hep birlikte hatırlamaya.
(Fotoğraf: Cahil Periler / Le Fate Ignoranti’den bir sahne)
Üniversitenin ilk yılları olmalı –2002 ya da 2003– Jamie Oliver’ı televizyonda ilk kez gördüğüm o günü hâlâ unutmam –yılı unutsam da.
Bu sıradışı aşçıyı yirmi dört yaşında üne kavuşturan BBC programı Naked Chef İngiltere’de biteli en az bir yıl olmuştu ve çevremde onu tanıyan topu topu birkaç kişi vardı. Ben de onlar sayesinde duymuştum adını zaten. “Oğlum,” diyorlardı, “bir adam var, Ceymi bilmem ne, izlemelisin! Tam senin kafadan o da.” Senin kafadan diyerek neyi kastettiklerini anlamamıştım başta. İzlediğim sürüyle yemek programından sonra, bu adamı farklı kılanın ne olduğunu merak etmiştim etmesine de, ukala dümbeleğinden hallice olduğumdan çok heyecan duymamıştım. Gençti ve yemek mi yapıyordu? Özel sofralar mı kuruyordu? İyi bir şovmen miydi? Derken, tüm bu kuşku taşıyan soruları yutup, üstüne bir bardak su içmem için tek bir programı izlemem yetti: Sıkı bir Jamie Oliver hayranı olmuştum bile. Tek programda. Binlerce kişinin duyduğu hayranlığın aynısı mıydı benimki, onu bilmiyorum, ama onda şahsen neyi sevdiğimi çok çok iyi biliyorum.
Yemek yapmanın insanları buluşturan yönünü ortaya koyuyordu Jamie. Gençliği “ataletle” suçlamaktan bıkmayan dünyaya inat, samimi bir üretimle çıkıyordu izleyicinin karşısına. Özellikle ilk zamanlarında, işi lokanta işletmeciliğine ve diğer yemek/beslenme kültürü konularına taşımadan önce, kendi mutfağında yemekler yapıp eşi dostu çağırdığı o Naked Chef serisinde yarattığı atmosferle, hayatta çok inandığım ve herdaim gerçekleştirmeye çalıştığım bir şeyi doğruluyordu: Yemek yapmak herkese iyi gelirdi. Yemek beklemek değil. Hele de cinsiyet ya da yaş gibi rollerle birilerini mutfağa hapsedip çalıştırmak, sürekli beklentide olmak hiç değil. Bizzat yemek yapmak, üretmek ve insanları bu üretimin çevresinde toplamak.
Jamie yalnızca yemek yapmıyor, mutfakta olmanın zevkini de yansıtıyordu muhatabına. Malzemeleri tüm duyularını kullanarak seçiyor, iyi gıdaları üreten üreticileri tebrik ediyor, farklı mutfak ustalıkları olan arkadaşlarını da programa katarak abartısız, gösterişsiz ve çok samimi buluşmalara ortam sağlıyor, yemekte katkısı olan herkesi sofrasına çağırıyor, sohbet ediyor, soruyor, dinliyor, konuşuyor, konuşuyor ve sürekli konuşuyordu. Çünkü yansıtmak istediği bir heyecan vardı yaptığı işte. Onun dünyasında yemek, kotarılmış gıdayı zıkkımlanmak değil, haza bir diyaloğun aracıydı. Yani kendi evimizde, küçük çevremizde kurgulayabileceğimiz basit ama çok etkili bir iletişim ve sosyalleşme yöntemiydi pişirmek, paylaşmak ve yemeği hep birlikte kurgulamak. Ferzan Özpetek’in Cahil Periler’de, Lasse Hallström’ün Çikolata’da kurduğu o uzun sofraydı amaçlanan.
Çünkü, bir “barış” aracıydı sofra… Bunu, başka bir program yapımcısıyla, Oliver’la değil ama Olivier’yle, gazeteci, belgesel yapımcısı Olivier Despretz’le yaptığımız bir sohbetin sonunda daha iyi hatırladık.
İz TV’de yıllardır Yemeğin Yolculuğu adlı programı yapan Olivier, Türkiye’nin dört bir yanında lezzetin ve yemek kültürünün izini süren, gazeteciliği yanında lokanta işletmeciliği deneyimi de olan bir isim. Gittiği yerlerde yemekleri yapanlarla sohbet ediyor, sorular soruyor, yörenin ve/veya ailenin öyküsünü dinliyor ve onlarla sofraya geçiyor. Gurmelik sıfatı takınıp da ukalalık etmek için değil, öğrenip paylaşmak için.
Onunla konuştuğumuzda, bir süre susup da düşünmemizi sağlayan bir noktaya değindi: Yemek yapmak ve sofrada buluşmak, ona göre Anadolu insanıyla iletişim kurmanın bazen en iyi, bazen de tek yoluydu. Özellikle de bundan 7-8 yıl önce. Tencere kaynarken, kaşık dönerken, soğan cızırdarken dökülen hikâyeler, başka bir ortamda dile gelemeyecekti belki. Çünkü Olivier bu işe başladığında, Türkiye’nin barındırdığı farklı kültür, toplum gelenek ve mutfaklardan söz etmek zordu. “Güneydoğu’nun insanları, kendilerine has geleneklerini gazetecilere anlatmaktan çekiniyorlardı,” demişti Olivier. Ama Olivier onlar için gazeteci değildi, siyasi bir varlık da değildi. O, sadece yemeğe gelmiş, yemekten söz etmek isteyen bir misafirdi. Baş üstünde yeri vardı. Çünkü mutfaktan, birlikte pişirip yemekten kimseye zarar gelmezdi. Yemek ve mutfak, onu Türkiye’nin insanlarıyla, bu insanları da aynı ülkenin diğer “buluşamayan” insanlarıyla buluşturuyordu.
Olivier’yle, asla unutmamamız gereken bir şeyi vurguladık hep birlikte: Bizim, siyasetten azade, söylemlerle kirlenmemiş müşterek barış ortamlarına ihtiyacımız var. Ve zaten sahip olduğumuz şeyleri hep birlikte hatırlamaya. Öykülerimizi, manasız çekinceler olmaksızın ortaya dökebileceğimiz buluşmalara. Bizi ayıran değil, bir araya getiren şeylere.
O yüzden, daha da soğutmadan bir şeyleri, haydi herkes sofraya!
—