İmkânsız Melek
Terliyim. Terliyorum. Hep böyle oluyor bu son günlerde. Yine yapış yapış bir Çukurova sıcağı. Fabrika da sıcaktan bunalıyor olmalı ki, hemen her gün bir arıza çıkıyor tezgâhlarda. Hambez atölyesinden çağırdılar bu sabah. Bir makine daha yorulmuş, susuvermiş. “Mühendis Bey bir bakıversin.” Sanki mühendis dediğin tesisatçı; alıp eline tornavidayı iki vida sıkacak, tamam. Anlatamıyorsun ki adamlara. “Bunun yetkili servisi var, dağıtımcısı var. Çağırın onları, baksınlar.” İçten içe burun kıvırıyor ustabaşı. “Bunu da mühendis diye işe almışlar!” cümlesi geçiyor gözlerinden; dudaklarını alayla büzüyor.
“Bak, mühendis çıkacakmışsın yakında. Güzel güzel okuyup da adam olmazsınız ki, orospu çocukları. Memleketi kurtarmak size mi kaldı?”
“Dur Sarı, çocuk bayılacak. Bırakalım bugünlük.”
“Bayılsın itoğlu it… Konuş ulan! Yoksa çıkartmam seni burdan. Geleceğini karartırım. “
Sıcak. Tene yapışan sigaranın çıkardığı yanık et kokusu. Kendi teninin yaydığı koku açlığını hatırlatır mı insana? Karanlık.
Fabrikanın servis otobüsünden inip yürüdüğüm dar uzun yolun kenarlarındaki ağaçlar da sıcağa teslim olmuş gibiler. Bu şehre ilk geldiğimde ne kadar şaşırmıştım, koskoca kauçuk ağaçlarını görünce. Bizim evin salonundaki bir metrelik kauçuk, buranın caddelerinde dev ağaçlara dönmüş.
Selmin’le evlendikten sonra fabrika lojmanında oturmak istemedik. İçimiz dışımız fabrika olmasın, biraz da şehrin içine karışalım diye. Şehrin en güzel caddelerinden birini kesen upuzun sokakta, geniş bir apartman dairesi kiraladık. Sonradan o ev, kendi evimiz oldu. O zamanlar bu kadar zor gelmiyordu sıcakta yürümek, ama şimdi her adımda yol biraz daha uzuyor, ayaklarım erimiş asfaltın içine girip kalıyor.
Yürüyorduk. Hep birlikte Taşkışla’dan çıkmıştık. Yol yürümekle bitmiyordu. Ellerimizdeki pankartları güçlükle tutuyorduk. Bağrışlarımız kısılmıştı sanki. Kimse birbirinin gözlerine bakamıyordu. Suat’ın cenazesiydi ve dünyada arkadaş ölümlerinden daha kahredici bir acı olmadığını öğrenmiştik. Vakitsiz yitip giden her arkadaş insanın içinden bir parçayı da alıp götürüyordu. Omuzlarım çökmüştü. Ölümlerden yorgun düşmüştüm. Ne elimdeki pankartı, ne yüreğimdeki acıyı taşıyamayacağım bir anda, arkadan yetişti Sibel. Suat’ın sevgilisiydi. Elimdeki pankartı aldı. Elini dostça omuzuma koydu. “Üzülme, bizi öldürmekle bitiremezler,” dedi. Bağırıyorduk: “Suat’lar ölmez!”
Başımı gökyüzüne kaldırıyorum. Bulutlar bile hareketsiz kalmış, biraz daha alçalmışlar. Kabarık bir saçı andıran dallarıyla kaldırımda dikilen ağacın altından birkaç kuş uçuyor.
“Sen turaç kuşusun,” demişti Selmin, ilk tanıştığımızda. “Efsaneye göre turaç, Çukurova’nın suyunu içmiş ve bir daha da ayrılamamış buralardan. Gör bak, zamanla sen de sevecek, hiç ayrılmak istemeyeceksin.”
O zamanlar fabrikanın muhasebesinde çalışıyordu. İri gözlü, esmer güzeli bir kızdı. Edebiyata meraklıydı. Kitap alışverişiyle başlayan arkadaşlığımız kısa sürede evlilikle sonuçlandı. Selmin’i sevmiştim. Buradaki yalnızlığıma bir umut ışığıydı. Akşamları lojmana döndüğümde, dört duvarı seyredip geçmişi düşünmekten, kaybettiklerimin hesabını yapmaktan bıkmıştım. Her şey gittikçe daha uzak, daha erişilmez, daha çok gelmeye başlamıştı. Daha azını yaşamak için yollara düşmüş, geldiğim bu yerde hafızamdakileri de kaybetmeye başlamıştım. İşte böyle bir zamanda karşıma çıkmıştı Selmin.
Moda’daki çay bahçelerinden birinde oturmuştuk Sibel’le. İkimiz de kısa süre önce çıkmıştık içerden. İkimizin de ruhunda ve bedeninde izler tazeydi. Gözlerimizdeki utanç ve yenilgiyi saklamak için en çok, denize bakıyor, ufuktan geçen gemileri seyrediyorduk. Arkadaşlarımızın bir harman gibi savruluşunu, herbirinin kurguladığımız hayatın ne kadar uzağına düştüğünü görmüştük. Bir ay sonra gidiyordum İstanbul’dan. Kendime yeni ama üzerinde fazla düşünülmemiş bir hayat kurmak için yollara düşecektim.
“Sen de gel,” demek için çağırmıştım Sibel’i. Suat’ın ölümünden sonra âşık olmuştum ona. Hiç dile getirilememiş ama aslında iki tarafın da bildiği bir aşk.
“İstersen hemen evlenir, birlikte gideriz,” dedim.
“Hayır,” dedi. “Sen unutmak için gidiyorsun. Eğer birlikte gidersek, birbirimizin yüzüne her bakışımızda geride bıraktığımız, kaçmak istediğimiz şeyleri hatırlayacağız. Suat’ın, gerçekleşmemiş düşlerimizin, yangın yerine çevrilen yaşantılarımızın, vücutlarımızdaki işkence izlerinin biteviye utancını taşıyarak bakacağız birbirimizin gözlerine. Ben bunu taşıyamam. Sen yalnız gitmelisin.”
Apartmana yaklaşırken, yaşlı bir çift geçiyor yanımdan. Sıcağı ve birbirlerini kabullenişlerindeki çaresizlik okunuyor yüzlerinden. Yine de, hiçbir şey olmamış gibi sürdürüyorlar yaşamı, aynı kör alışkanlıkla. Tıpkı Selmin ve ben gibi.
Selmin, kızımızın doğumundan hemen sonra işten ayrıldı. Bir daha da hiç çalışmadı. O ipek gibi yumuşacık, narin kız yıllar geçtikçe hırslı, büyük hayalleri olan bir küçük şehir kadınına dönüştü. Önce, okuduğu kitapların yerini bol resimli, parlak kâğıda basılmış dergiler aldı. Evde sürekli yenilenecek bir şey, bitmek bilmeyen ihtiyaçlar, bulvarda akşam gezintileri, fabrika lokalindeki haftalık çay partileri, arkadaş toplantıları hayatımıza girdikçe, birbirimizden daha çok uzaklaştık. Evliliğimizin köklerinden dallarına yürüyen ve onu besleyen özsuyu gittikçe kuruyordu. Belki bu nedenle o ağacın meyvesi de tatsız ve yavan oldu. Kızımız da tıpkı annesine benzedi.
Babamla birlikte eşyalarımı topluyorduk. Annem sedirin üzerine bağdaş kurmuş, yaşlı gözlerle bizi seyrediyordu.
“Ne yaparsın oğlum bir başına oralarda?” diyordu, gözpınarındaki yaşları tülbentinin ucuna silerek. “Sen İstanbul’da doğmuş büyümüşsün. Nasıl alışırsın küçük şehre?”
“Küçük dediğin, Türkiye’nin en büyük vilayetlerinden biri, hanım,” diyerek susturdu onu babam. Eski Türkçe konuşmayı hiç bırakmamıştı. Tutucuydu. Kaç kere tartışmıştık bu yüzden. Düzen yanlısı olmakla, dünyayı olduğu gibi kabullenmekle suçlamıştım hep onu.
Apartmana girdiğimde görüyorum onu. Asansör kapısının önünde durmuş, asansörün gelmesini bekliyor. Sırtı dönük, saçları beline kadar iniyor. Omuzunda kitapla dolu çantası, kot pantolonu, beyaz tişörtü, ayağında sandaletleriyle o kadar beyaz, masum ve büyüleyici ki, bir an için onun böyle bir yerde olduğuna inanmakta güçlük çekiyorum.
“İyi günler,” diyorum.
Başıyla selamlıyor. Tanıdık gibi, ama bir o kadar da yabancı.
“Merhaba. Dokuzuncu kata taşındık biz.”
Asansör geldiğinde, birlikte içeri giriyoruz. Düğmelere basarken parmaklarımız birbirine değiyor, elimi çekiyorum.
“Hangi katta inecektiniz?” diye soruyor, bir çocuk gülümsemesiyle.
“Yedinci kat,” diyorum, sesimdeki titremeyi bastıramayarak.
Aynadaki görüntülerimize ilişiyor gözüm, iki ayrı mevsim. Tek elimi aynaya yaslayıp, yüzümü saklıyorum.
Önce yedinci katın düğmesine, sonra dokuza basıyor. Asansör sallanarak hareket ediyor ve yine sallanarak kat arasında arızalanıp duruveriyor. Neredeyse sevineceğim. Omuzundaki çanta sarsıntı yüzünden yere düşüyor. Asansörün dar zeminine aynı anda diz çöküp, dökülen kitapları topluyoruz.
“Hay Allah, özür dilerim,” diyor, neden özür dilediğini bilmeden.
Diz çöktüğüm yerde kayıp bir zamanı arıyormuş gibiyim. Gençliğime ait bir takvimin yaprakları gibi yayılmış asansörün zeminine kitaplar.
Yerdeki son kitabı da ona uzatırken, “Ne tuhaf, biz bu kitapları bulabilmek için ne kadar uğraşmıştık. Sonra da saklayabilmek için,” diyorum.
Tam bu sırada, asansör yeniden hareket ediyor. Elindeki kitaplarla aynaya tutunup ayağa kalkarken mahcup gülümsüyor.
“Dünya değişiyor.” Sonra sesine daha sert bir ifade yüklemeye çalışarak, “Yani biz değiştireceğiz,” diyor, söylediğine besbelli bütün kalbiyle inanarak.
Bu sözleri, aynadaki görüntümüzden daha çok uzaklaştırıyor bizi. Aramıza aşılması mümkün olmayan bir duvar dikiliyor. Bu sırada asansör yedinci katta duruyor.
“İyi günler,” diyorum.
Asansörden inerken, aynada bıraktığımız el izlerine ilişiyor gözüm. El izlerimiz yan yana ama birbirine hiç dokunmadan kim bilir kaç gün asılı kalacak öylece? Benim ve imkânsız olacak kadar gecikmiş o meleğin…