Martılı, adalı, sevdalı
Sait Faik deyince akla ne gelir? Burgazada, martılar, köpekler, sevdanın ta kendisi, gönlünde şiir yatan büyük bir hikâyeci, iyi insan. Doğanın çocuğu ama meyhanelerin de aşinası.
Gök mavisi gözlerinin çocuk bakışıdır asıl aklımda kalan. Çocuktan çocuğa bir bakış olsa gerek, ne de olsa ben 12 yaşındayken bu dünyayı terk etmiş. Çocukluğumun yazarıydı, Orhan Veli’nin çocukluğumun başşairi oluşu gibi. Sevdalıydılar, yalnızdılar, saftılar. Neyse ki, arkadaştılar. İkisi de çabucak uçup gitmişti. Sait 48 yaşında, Orhan 36.
Adnan Benk, “Sait, ansızın öldü,” demiş 15 Mayıs 1954 tarihli Dünya Gazetesi sanat sayfasında. “Ölüm haberi bile vaktinde alınamadı. Cenazeyi evinin bulunduğu sokaktan geçirdiler. Bakmayın gazetelere, ağlayan tek kişi yoktu. Yalnız yaşlı bir kadın, o da her tabutun arkasından ağlayan cinsten. Şişli Camii’nde, yüz kişi kadardık. Nasıl bir yağmur!.. Revakın altına sığındık, sigara üstüne sigara içtik.”
Kadri kıymeti de bilinmeden, vakitsiz bir ölüm, evet. Ben bile hatırlıyorum. Ama 12 yaşında bir çocuğun yaşadığı bir ölüm olarak. Hani, ölecek yaştaki insanlar başka bir diyarın insanlarıdır ya, o gözle işte. Ben çocukken, o yaştakiler bizim için, gözü toprağa bakan yaşlılardı.
Gene Benk şöyle diyor: “En büyük hikâyecilerimizden biri olan Sait Faik, eserlerinden hemen hemen hiçbir şey kazanamadan ölüp gitti. Keşke, değeri anlaşılmamıştı da ondan böyle oldu, diyebilseydik; ama, değeri anlaşıldığı halde parasız öldü.” Babası söyledi diye ticaret yapmaya kalkmış, becerememişti. Neyse ki, Sait’e kol kanat geren, evini paylaşan, önüne iki kap yemek koyan annesi vardı da, sokaklarda serserilik etmekten ya da laf olsun diye bir memuriyete girmekten kurtuldu. Hayatını, Şişli’de Bulgar Çarşısı’ndaki apartman ve Burgazada’daki köşklerinde, annesiyle birlikte geçirdi. Zaten büyük çoğunluğu İstanbul’da geçen hikâyelerinde ya Burgaz ile denizi ya da Beyoğlu’nu anlatır.
Sait Faik Abasıyanık, dünyaya bakışını “Her şey, bir insan sevmekle başlar,” sözüyle özetlemiştir. Yazmak neydi peki? O da bir başka aşkıydı. “Haritada Bir Nokta” adlı hikâyede, “Söz vermiştim kendi kendime: Yazı bile yazmayacaktım,” diyor. “Yazı yazmak da, bir hırstan başka ne idi? Burada namuslu insanlar arasında sakin, ölümü bekleyecektim. Hırs, hiddet neme gerekti? Yapamadım.
“Koştum tütüncüye, kalem kâğıt aldım. Oturdum. Ada’nın tenha yollarında gezerken canım sıkılırsa küçük değnekler yontmak için cebimde taşıdığım çakımı çıkardım. Kalemi yonttum. Yonttuktan sonra tuttum öptüm. Yazmasam deli olacaktım.”
Yazarken de bu aşkla yazdı. İstanbul’un yoksul insanlarını, balıkçılarını, Beyoğlu sakinlerini, kenar mahalleleri ve yoksulları, aralarında dolaştığı, gönlüne yakın bulduğu insanları anlattı. İyi bir gözlemcidir, sade ama akıcı ve şiirsel bir anlatımı vardır. Başkalarının ilgilenmeyeceği sıradan olaylardan, isimsiz kahramanların gündelik hayatlarından nefis hikâyeler çıkarır. İlk olarak annemin bana okuduğu, sonra yeniden okuduğum “Tüneldeki Çocuk”u hatırlıyorum örneğin. Onun Tünel’e binme heyecanını, merakla her ayrıntıyı incelemesini, dikkati çekince rahatsız oluşunu… Zaten orda burda yazılı şeyleri okumaya meyyal bir çocuktum, ama bu hikâyeden sonra, Tünel’de etrafa bir de, o çocuk neler görmüş olabilir diye baktığımı hatırlıyorum. Çocuğun sevinci, bana da fazladan bir yaşama sevinci vermişti. Hatta ne zamandır Tünel’e biniyorum diye kendime ufaktan bir övünme payı da çıkarmıştım galiba. Anneme söylememiştim ama, övünmeyi sevmezdi.
Sait Faik Abasıyanık, yalnız insanları değil hayvanları da severdi. Köpekleri, dülgerbalıklarını, martıları… “Ermeni Balıkçı ile Topal Martı”da böyle bir martı anlatır:
— Nerede topal martı?
— Öldü.
— Nasıl?
— Nasıl olduğunu bilmem. Bir sabah nişana vardım ki tam nişanın üstünde ölüsü yüzer.
— Sen göresin diye mi geldi nişanda öldü dersin?
Cevap vermedi. Birdenbire yakasındaki matem bezini topal martı için taktığı düşüncesi kafama doğuverdi.
— Yoksa bu siyahı martı için mi taktın Varbet?
Gözünü gözüme dikti.
— Maşallah, dedi, bugün kafan karadaki gibi işliyor. Korku yok, dedi.
Onu çok takdir eden Vedat Günyol, ”Sait Faik bir sevgi peygamberiydi,” diyor. “48 yıllık, içine en ufak bir haksızlık karıştırmamış, tertemiz bir ömrün akışında içimize insan sevgisinin o ılık, o tatlı, o aziz büyüsünü en asli tarafıyla bir o satabildi: Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey.”
Ayfer Tunç ise, “Benim için Sait Faik’in iki ayrı zeminde iki büyük anlamı vardır,” demiş. Zeminlerden biri düpedüz hayattır, diğeri de edebiyat. Sait Faik’in, hayat ile edebiyatı örtüştürdüğü alanın genişliği ve burada bıraktığı parlak izin şaşırtıcı, zaman geçtikçe daha da şaşırtıcı olması nedeniyle büyük bir yazar ve sıradışı bir insan olduğunu düşünürüm.” Tunç, Sait Faik’i sık sık okumasını da özlemle açıklıyor. “Özlediğim şey, eski ve iyi bir metni okumanın verdiği o hafif küflü tat değildir. Aksine, 21. yüzyıla girdiğimiz halde, onun insan denen yaratığa, hâlâ taze olan, taze kalan bir bakışını bulmaktır. Birtakım İnsanlar – 4. Kısım’da şöyle der mesela: “Görüşürüz bakalım. İki aya varmaz, karga bokunu yemeden uyandığın zaman nasıl bağırıyorsun: ‘Allahım! Bana bir insan gönder!’ diye. Hani nerededir insan?”
Yazıya az daha “Sait ile Orhan” başlığını koyuyordum. Sonra vazgeçtim, çünkü Sait ile Orhan başlıbaşına bir konu. Döndüm, yeniden fotoğraflarına baktım. Sait’in en çok balıkçı şapkalı halini severim. Oltalı, sepetli, ki şimdi Burgazada’daki evinde dururlar… Orhan’ın da karanlıkta sigarasını yakarkenki portresini. Kalpleri hep çocuk kalmış iki arkadaş, iki sevdalı, yalnız insan. İkisini de çocukmuşlar gibi hatırlarım. Rivayet olunan büyük aşklarını da biraz masala benzetmişimdir. Oysa şu aşkı inkâr ne mümkün, değil mi? Çocukluk işte!
BİR MASA
Bize bir masa ayır Yankimu
Aleksandra’mla benim için
Bir masa.
Üstü çiçeksiz
Örtüsü gazeteden
Şarabı aşktan
Hem hülyadan.
Aleksandra’m mızıka çalsın
Siyaha çalar parmaklarıyla
Güftesi bayağı şarkılar
Adi havalar.
Meyhane acı zeytinyağı koksun
Sen hoşnut ol Yanakimu.