O kadar gülünç ki, gülemiyoruz
İşin kötüsü, kanal da değiştiremiyoruz. Bulursan doğru kanal, kaptır bağlan oradan ama… seçenek yok ki. Erk bağlamış her yeri.
Ülke, kesintisiz canlı yayınla, sonu gelmez bir kara-absürd-trajikomedya sahneliyor. Biz de izliyoruz gülmeden ya da gülüyoruz zerre eğlenmeden. Ece Temelkuran da demiş ya dün, “Evet Türkiye büyük bir şaka, ama bu berbat şakaya daha ne kadar güleceğiz?” diye.
Geçenlerde bir #orantısızzeka ne güzel söyledi: “Türkiye sezon finaline gidiyor.” Baymış bir dizinin uzatmalı bölümleri gibi, izleyici kopmasın diye her bölüme uçuk kurgular yapıştırılıyor. Pazar biz de yine bir rol alma denemesi yaptık, tüm saygımızla, ama maddenin iki hali hiç gecikmedi şahsımıza nüfuz etmekte.
***
Sel Yayıncılık’a açılan saçma ötesi davanın duruşmasındaydık geçen hafta. Erk’in derdi, hâlâ Guillaume Apollinaire’le. Yatırılan mesele, hakir görülen yazar, yöneltilen suçlama, ihtiyaç duyulan (!) savunma, o savunmaya yetiştirilen cevap, zamanlarından çalınan yayıncı ve çevirmen, kültür üretimine yayılan kaygı, hukukla bağı zayıflatılmış kanunlar, kendi kendini yiyen argümanlar derken, “erteleme” kararıyla endişeden kısmen arınıp, yine de bir “olmamışlık” hissiyle ayrıldık o adliye adlı saray yavrusundan.
Gerçi “yavru” dedim ama…
***
Sonra ülke, “kutu kutu” pense. Ha elmayı çoktan yediler, şimdi anca ense.
Hani hep edebiyatta kalalım diyoruz ya, sıçramayalım oraya buraya, ama ne kadar erk fazlası varsa sıçrıyor edebiyata sanata, sana bana, üstüne başına. Kendisine bulaşmadığını sananlardaysa bir uyuşukluk, bir rahatlık telkini. Ya da başına örülen çorabı koza sanmanın o huzurlu ve bir o kadar da acılı yanılgısı.
Ha derdimiz yanılanlarla, tabii ki. Gölge örücülerin gölgesinden aydınlığa tükürmekse, kiminin özbeöz seçimi.
***
Hafta sonu okuduğum Erkekleri Doğrama Cemiyeti Manifestosu’nda (SCUM), Valerie Solanas’a hak vermek zorunda kaldığım paragrafların sayısı ürkütücüydü!
Bir erkek-insan olarak doğranmak istemesem de, erki erkekten söküp almak çoktan şart olmuş da, bunun için çağlarca geç kalınmış bile. Biliyordum, daha da iyi anladım. Zira erk-eklenmiş varlığın kendine inşa etmeye çalıştığı “güvenli” yaşam alanı, ne yazık ki bir ölüm ve yıkım alanı.
Kendisi için de öyle. Ama farkında değil, ayrı. Farkındalık zor zanaat.
Erkek kalalım, sorun yok, ama erk-ekmekten vazgeçersek hiç fena olmaz. Hatta vazgeçmezsek, epey fena olur.
Doğranası yönlerime bıçağın keskin yüzünü gösteriyor, bu güzel çevirisi için Ayşe Düzkan’a teşekkürlerimi, bizi her daim düşündüren Sel Yayıncılık’a selamlarımı iletiyorum.
Görsel: Toolpool