Öğrenci de olurum, eleman da!
Süper bir gazla başlayıp, daha sonra da parasızlık yüzünden işe güce verince kendimi, cücük gibi üç tane yazıyla kalakaldım sitede. Ama bu sefer inadım inat. Üç saat uykulu kalacak olsam bile, bu gece bu yazıyı çıkaracağım.
Üniversite hayatım boyunca (daha doğrusu bugüne kadar) para kazanmam üç saniye sürmüştü. “Alo abi, param bitti benim ya. Ben yüz deyince sen iki yüz gönderiyorsun ya; hah işte yüz liraya ihtiyacım var. Ben de çok öptüm seni,” ya da “Anne, benim kredi kartı kol olmuş, sen onu bir büküver be!” gibi telefon konuşmalarım sonucu maddi sıkıntı yaşamadım. Tabii, bir de bunların yanında burslar ve krediler.
Ama öğrenciliği normal döneminde bitiremediğim için burslar ve krediler birden kesilince kaldım dımdızlak ortada… Ve başladım iş aramaya…
Önce bir altyazı şirketinde çeviri düzeltileri yapmaya başladım. Şirketle gizlilik anlaşması imzaladığım için bu konu hakkında bir şey söylemeyeyim en iyisi. (O anlaşmada işin içeriğinden söz edilmeyecek diye bir madde yok, ama “Gizlilik Anlaşması” diye bir belge imzalayınca, ister istemez tırsıyor insan.) Çok anlatılacak bir konusu da yok aslında. Saygın ve eğlenceli bir iş, uykusuz geceler…
Daha sonra, yakın bir arkadaşım aracılığıyla, daha önceden birkaç kez müşterisi olduğum ve her gittiğimde evimi barkımı yıkarak alışveriş yaptığım bir dükkânda iş buldum: Mektup Kırtasiye.
Mektup Kırtasiye, Galatasaray Lisesi’nin ara sokağına girdiğinizde sağ tarafta, PTT’den hemen sonra karşınıza çıkan, içerisinde envai tür ürün bulabildiğiniz bir kırtasiye. Bu ürünlerin hepsi de düşünmeden sahip olmak isteyeceğiniz güzellikte. Boşuna demedim, evimi barkımı yıkarak alışveriş yapıyorum diye. Tabii dükkânın suçu yok, bütün suç benim, “Ben güzele güzel demem, güzel benim olmadıkça,” görüşümde.
Neyse reklamlarıma ara ara devam ederim.
Hayatım boyunca hiç çalışmadım. Babam sağken, “Çocukları çalıştırmak olmaz, paranın tadını alınca okumayı bırakırlar,” diye düşündüğü için hiçbir yaz tatilini kaportacı çırağı olarak geçiremedim. Babam vefat edince de, üniversiteye başladığımdan yine çalışmam için herhangi bir koşul oluşmamıştı.
Mektup Kırtasiye’de başladığım ilk gün, “deneyimsiz eleman” sıfatımın hakkını başarıyla verdim. Kasanın açılırken fırlayan çekmecesinin pos makinesine çarparak ortalığı devirmesi, zarf rafından bir zarf almaya çalışırken bütün zarfların üzerime yıkılması, elden düşürülen ürünler, fiyatı bilinmeyen ürünler, yeri bilinmeyen ürünler, ne olduğu bilinmeyen ürünler ve cevaplanamayan milyonlarca müşteri sorusu derken, devrelerimin yanık kokusu dükkânı sarmıştı.
Ve alışveriş yapan bir müşteri çıkarken bana teşekkür etti. Bana! Ben de boşta bulunup kadına, “Kolay gelsiiiin!” deyince öylece kalakaldık. Karşılıklı boş boş bakışmalar… Uzun ve gergin sessizlik… Ve attığı kahkahayla dükkândan çıkan kadın…
Ama nereden bilsin kadıncağız, hayatımda ilk defa kasanın öbür tarafına geçtiğimi! Bugüne kadar bütün alışveriş işlemlerim sonucu karşımdaki insana, “Kolay gelsin,” deyip dükkândan çıkan insan ben olmuştum. Ama bu sefer ben kaldım ve o kadın gitti. Hem de kahkahalar atarak…
İşte böyle güle eğlene, yıka döke geçirdim ilk iş günümü. Yaklaşık bir aydır da çalışmaya devam ediyorum bu kırtasiyede.
Peki derslerim ne durumda? Durun size, zamanında danışman hocamın bana verdiği bir tavsiyeyi aktarayım: “Bu durumda devam edersen, önce derslerini alttan almaya başlarsın. Sonra dönemindeki arkadaşlarının gerisinde kalır, onlardan koparsın. Daha sonra bursların kesilir ve masraflarını karşılamak için çalışmaya başlarsın. En son olarak da yurttan atılacağın için kampüsten uzakta bir ev tutar, derslerine gelmemeye başlar ve trajik sonu yaşarsın.”
Kelimesi kelimesine bunu demişti bana. O zamanlar, “Yok hocam, gayet de iyi durumdayım aslında ben, merak etmeyin siz,” demiştim. Sonra, azıcık bir bocalamayla az kalsın hocamın çizdiği rotada buluyordum ki kendimi, durumu toparladım.
Kısacası hem çalışıp, hem de okunabiliyormuş…