Pi
Sabahın köründe kalkmış, kaldığımız pansiyonun önündeki plastik masalardan birinde oturuyor.
“Yine mi uyuyamadın Hakan?” diye sordum.
“Ağustos böcekleri yüzünden,” dedi. “Sabaha kadar susmak bilmediler. Pi…pi…pi… Düşündüm de bu böceklerin çıkardığı sesle pi sayısı arasında bir ilişki olabilir mi?”
Bir sandalye de ben çekip karşısına oturdum. Pansiyoncunun karısı, Kahvaltınızı getireyim mi, diye bağırdı uzaktan.
“Saçmalama oğlum, dedim. Bir kere cır cır diye bağırıyor onlar. O yüzden cırcır böceği de diyorlar ya zaten.”
Kollarına plaj çantalarını takmış, sabahın bu saatinde halk plajında denize yakın bir şezlong bulabilmek umuduyla yollara düşmüş iki kız önümüzden geçti. Arkalarında bıraktıkları koku parfüm mü yoksa güneş kremi kokusu mu anlayamadık ama hoştu.
“Hem ben bu Pi sayısının nerden çıktığını da biliyorum,” dedim.
Benden önce atılıp cevap verdi, “Evet onu herkes bilir, bir dairenin çevresinin çapına bölümü ile elde edilen irrasyonel matematik sabitidir. İsmi de, Yunanca çevre kelimesinin ilk harfi olan Pi’den –π’den gelir…”
Bu ansiklopedik bilgilendirmeye devam edecekti ki sözünü kestim. “Onu demiyorum ulan. Senin aklına Pi’nin nerden takıldığını biliyorum.”
Merakla yüzüme baktı. Yolun karşı tarafındaki beş yıldızlı tatil köyünün altın harflerle yazılmış giriş kapısını gösterdim; “Pi Resort Hotel”
Güldü. “Doğru be, hiç fark etmemiştim ama bilinçaltıma işlemiş demek. Ben de bütün gece düşündüm durdum.”
“Senin sorunun bu zaten,” dedim. “Çok fazla düşünmek.”
Az sonra, masanın üstünü kirli bir bezle silen pansiyoncunun karısı önümüze zayıf birer kahvaltı tabağıyla daha demini almamış çaylarımızı bıraktı.
Tabağına bakarak, “Hak mı bu ulan şimdi?” dedi. “Şu otellerde her gün yüzlerce çeşit yemek çıkıyor. Açgözlü insanların tabağını taşırarak doldurduğu yemekler hop çöpe. Biz burada her gün karavanaya talim.”
Kahvaltıdan sonra sahile yürüdük, plaj tarafına değil de çay bahçeleriyle kafelerin olduğu tarafa. Baktım yürürken hiç konuşmadan önüne bakıyor. Belli ki kafasında yine tilkiler cirit atıyor. Bir kafeye oturduk, iki tane orta kahve istedik. Öğleye doğru çekilmez oluyor hava, hem sıcak hem de nemli. İçeri geçip klimaya yakın bir yere yerleştik.
Kahvesini bitirip tabağın kenarındaki lokumu ağzında uzun süre evirip çevirdikten sonra konuştu.
“Bu akşam yemeği, Pi Otel’de yiyeceğim. Sen de davetlimsin.”
“Nasıl olacakmış o?”
Kendinden emin arkasına yaslandı. “Otelin yanından yukarı çıkan dar yokuşu hatırladın mı? Hani şu bitişiğindeki yazlık siteyle arasındakini diyorum.”
Buraya ilk geldiğimiz gün etrafı keşfe çıkmış, pek çok sokağı arşınlamıştık. Ama o yokuşu hatırlayamadım.
Devam etti. “İşte o yokuşta otel çalışanlarının girdiği bir servis kapısı var. Neredeyse her zaman açık. Giyinip kuşanıp, oradan otele sızacağız. Sonra gelsin yemekler, gitsin tatlılar.”
“Delirdin mi, anında enseleniriz,” dedim. Dinlemedi. Aklına bir şey koymaya görsün vazgeçirmek mümkün değildi.
“Bin kişilik otelde seni beni kim tanıyacak ki? Sen istersen gelme, ben gideceğim,” dedi. “Hem dönüşte iştekilere anlatacak bir maceramız olur, fena mı?”
Pansiyona dönüp mayolarımızı giydik, halk plajına gittik. Benim tenim açık, ilk geldiğim gün omuzlarım güneşten haşlanmış, mecburen şemsiye altından çıkamıyorum. Onun tuzu kuru, derisi eşek derisi mübarek, ne güneş işliyor, ne tuzlu su. Sabah önümüzden geçen güzel kokulu iki kız da iki şezlong bitişiğimizdeler. Ben Pi Oteli de bizi bekleyen macerayı da unutup onları seyre daldım. Hatta bir ara esmer olanı bana doğru dönüp arkadaşına bir şey söyledi gibi geldi ama emin olamadım.
Akşam, güneşi batırdıktan sonra duşumuzu aldık, yanımızda getirdiğimiz en şık kıyafetlerimizi giyip saçlarımızı jöleledik ve sabah kahvaltı ettiğimiz masada beklemeye başladık. Bizi her zaman hırpani görmeye alışmış pansiyoncu da tuhaf tuhaf bize bakıyor, bu iki çulsuz böyle nereye gidecek diye merak ediyor. Neden sonra Hakan ayağa kalktı.
“Vakit tamam. Haydi gidelim,” dedi.
İki acemi hırsız gibi otelle siteyi ayıran yokuşu tırmanmaya başladık. Baktım, gerçekten kimse yok. Yokuşun sağ yanı boylu boyunca otel, tam ortada sürgülü bir demir kapı var, ardına kadar açık. Kolumdan tutup neredeyse sürükleyerek içeri soktu beni. Hızlı adımlarla bahçeden geçtik. Etrafta yemeğe inmek için giyinip süslenmiş misafirlerden başka tek bir otel çalışanı yok. Biraz rahatladım. Kalbimin atışları normale döndü. Asansöre binip diğerleriyle birlikte restoran katında indik. Aman ne lüks! O mezeler, yemekler, ızgaranın başında et pişiren beyaz önlüklü adamlar, yerde gözleme açan teyzeler. İnsan nereden başlayacağını şaşırıyor. Kuytu bir masa seçip oturduk.
İlk mezeler ve salatalara göz attık. “Yiyebileceğinden fazla alma, israf olmasın,” diye durmadan uyarıyor Hakan. Ama dur durabilirsen. Hangi birini yiyeceksin? Her şeyden bir lokma tatmaya kalksan midene ek yaptırman gerek. Mezelerle zeytinyağlıları es geçip uzun bir kuyrukta bekledikten sonra tabağıma bolca pirzola ve ızgara köfte yükledim. Yanına envai çeşit otla güzel bir salata hazırladım. Baktım Hakan da karnıyarık ve pilavıyla mutlu. Afiyetle yemeğimizi bitirip tatlı büfesine yönelmiştik ki beyaz önlüklü bir otel çalışanı bizi durdurdu.
“Af edersiniz sizin bileklikleriniz yok mu?”
Bir anda bizden başka herkesin bileğinde üstünde otelin logosu olan pembe plastik bileklikler olduğunu fark ettik. Hakan hemen işi pişkinliğe vurdu.
“Yok biz takmıyoruz. Güneşte beyaz iz bırakıyor, hoş olmuyor sonra…”
Adam şüpheli şüpheli baktı. “Oda numaranız?”
İşte şimdi hapı yuttuk derken bizimki “Bin yüz yirmi beş,” diye bir sayı uyduruverdi.
O böyle der demez adam benim koluma yapıştı. “Bu otelde öyle bir oda yok, sizi zibidiler,” dedi.
Rezalet çıkarmanın anlamı yoktu. Kuzu kuzu adamın peşine takılıp asansörle aşağı inmeye başladık. Bizi resepsiyonun arka tarafına geçirip genişçe bir odaya soktu.
“Bu iki kaçağı yakaladım müdürüm,” dedi büyük bir iş yapmış olmanın gururuyla.
Bir de baktım müdürün masasının önündeki iki sandalyede bizim güzel kokulu iki kız. Demek bu otelde kalıyorlarmış. Utancımdan yerin dibine giresim geldi.
Müdür, babacan bir emniyet amiri havasında boğazını temizledikten sonra,
“Bu gece ne oluyor yahu?” dedi. “Bak bu küçük hanımları da az önce Nevzat yakalamış.”
Biz de kızlar da utançtan nereye, kime bakacağımızı şaşırmış, başımızı öne eğmiştik. İçimden Hakan’a buradan kurtulur kurtulmaz bir temiz sopa atmaktan başka bir şey geçmiyordu. Neyse ki gece müdürü gerçekten de babacan biri çıktı. Bize hakkıyla kazanıp yemek üzerine uzun nutuk attıktan sonra, aslında polise gidebileceğini ama biz “iyi gençlere benzediğimiz” için bu seferlik affedeceğini söyledi. Tabii ceza olarak dört kişilik yemek parasını ödemek şartıyla. Cebimizden hatırı sayılır bir parayı resepsiyona bıraktıktan sonra Pi Otel’den salınıverdik.
Daha merdivenlerden inerken plajda bana gülümser gibi olan esmer kahkahalarla gülmeye başladı. Adı Emel’miş.
“Vay be, ne maceraydı ama!”
Ben sanki bunu Hakan söylüyormuş gibi bağırdım, “İştekilere anlatırsın bunu ha?”
Hakan elini dudaklarına götürüp sus işareti yaptı. Otelden çıktık. Sahile kadar yürüyüp bir kafede oturduk ve hep birlikte birer buzlu kahve içtik. İçimiz biraz durulunca olanları anlatıp gülmeye başladık. Meğer onlar bunu her yaz en az bir kere yapıyorlarmış.
“Heyecan olsun,” diye dedi Emel. “Ama ilk defa yakalandık.”
Sabaha karşı Hakan’la pansiyona dönerken Pi oteli çoktan unutmuş, ertesi gün kızlarla plajda buluşacağımız saate ne kadar kaldığını hesaplıyorduk.