Sessiz şahitliğin ayıbı
Beate Teresa Hanika, ON8’in ilk yazarlarından ve belki de en sarsıcı karşılaşmalarından biri. Edebiyata girişi de, Kırmızı Başlıklı Kız Ağlıyor gibi sert bir romanla olmuş. Gerçekten sert, gerçekliğiyle sert bir giriş. Çıkışını hâlâ bulamadığımız türden üstelik.
(Fotoğraf: Tolga Gümüş)
Malvina 14 yaşına basmak üzere.
Çok sevdiği büyükannesi öldüğünden beri, büyükbabasına yemek götürme, düzenli ziyaretlerde bulunma sorumluluğu ailede en çok ona yüklenmiş. Sadece anne ve babası tarafından değil, rahmetli büyükannesi tarafından da. Malvina’dan bu konuda söz almış çünkü büyükanne.
Büyükaba, hem muharrir hem gazi. “Kendisinin sanatçı ruhlu biri olduğunu söylüyor, bunun ne anlama geldiği hakkında net bir fikrim yok,” diyor Malvina onun için. “Goethe ve Schiller gibi büyük Alman yazarlarını ve felsefecilerini okuduğunu biliyorum sadece, ayrıca bir sürü plağı da var, akla gelebilecek her dilde.” Bir anlığına, fularının ve ‘entel’ vurgularının arkasına sığınmış o ikiyüzlü ataerkilliğin baygın parfümü doluyor burun deliklerimize. Yine de, Malvina’ya çok düşkün olduğunu biliyoruz yalnızca. En çok onu görünce mutlu oluyor. En çok onu görmek istiyor. En çok onu talep ediyor. Düşkün ihtiyar görüntüsüne sığınarak, Malvina’ya olan düşkünlüğünü de değerli gösteriyor ailedeki herkese. Malvina da, tıpkı kırmızı başlıklı kız gibi, bisikletine taktığı sepetiyle sık sık ziyaretine gidiyor.
Bu alışıldık senaryoda, gözler malum karakteri arıyor: Kötü kalpli kurt nerede? Neden kimse onu görmüyor?
Görmek mi istemiyor? Kırmızı Başlıklı Kız Ağlıyor, duyan var mı?
Malvina’nın ağzından, gün gün akıyor yaşadıkları ve malum kurdun yaptıkları. Bu arada zihnin koridorlarında ve kapalı kapılarının ardında başka bir dönemin kahkahaları ve öfke krizleri yankılanıyor. “Hatırlamadığını” söylediği çocukluğundan yükselen hava kabarcıkları tek tek patlıyor ötedeki küvete doldurulmuş suyun yüzeyinde. Nasıl bir çocukluksa Malvina’nın yaşadığı, ayrıntıları örten çok fazla gölge var. Ya da nasıl bir bugün’se yaşadığı, geçmişe çekilmiş sayısız perde var.
Malvina’nın büyükbabasıyla yaşadıkları, ailesinden kimsenin görüş alanına girmiyor gibi. Anne ve babasının bile. Ya görüş alanları çok dar olduğundan ya da bu alanın “ilgili” kısmına çok önceleri tuğladan bir duvar ördükleri için. Baba, erdemlerine, değerlerine, kural ve beklentilerine yakıştırdığı ölçütler dahilinde yaşıyor hayatını. Olabilecekler, olamayacaklar onda yeterince tanımlı. Buna aykırı düşen her ses de, caydırma yöntemiyle susturuluyor zaten. “Babamı savunmam gerekirdi, ama aklıma hiçbir şey gelmiyor,” diyor Malvina. “Hem, öğrencilerin onu pek sevmediklerini biliyorum. Çok serttir, sadece okulda değil, evde de.” Anne desen, migrenle işbirliği halinde. En doğru anlarda patlayan baş ağrısı, onun için istemediği her şeyden kaçışın anahtarı. Biraz ilaç, biraz kâfuru, karanlığa duyulan ihtiyaç ve kapısı kapalı bir odada uzanılan yatak. Baş etmek istemediği karanlık, kapının diğer tarafında… Malvina’nın, “O yanımızda değildi sonuçta, büyükbabamı görmedi ve benimle nasıl konuştuğunu duymadı, olanları nasıl açıklayabilirim ki!” dediği kişi, kim bilir bunlardan hangisi.
Beate Teresa Hanika, genç bir yazar. Modelliğin yanında fotoğrafçılık da yapıyor. ON8’in ilk yazarlarından ve belki de en sarsıcı karşılaşmalarından biri. Edebiyata girişi, böylesine sert bir romanla olmuş. Gerçekten sert, gerçekliğiyle sert bir giriş. Çıkışını hâlâ bulamadığımız türden üstelik. Utanç pastasındaki iç kaldırıcı payımızı reddetme iznini hiçbirimize vermeyecek bir anlatımla örüyor Malvina’nın yaşadıklarını. Tartışmıyor çünkü. Yorum eklemiyor. Herhangi bir cevap arayışında da değil. Savunmaya geçebileceğin bir şey yok. Sadece düşünmek kalıyor sana: Kulak vermediğim kaç Malvina var çevremde?
“Ancak konuşursan durumu değiştirebilirsin,” diyor komşusu, Malvina’ya. O, farkında. #sendeanlat diyor.
Nasılsa dinleyecekler. Ya insan gibi, ya da…
(Malvina’yı duymamızı sağlayan Ayça Sabuncuoğlu’na teşekkürlerimizle….)
—