Şeylerin Ruhu
Her gün güneş tam tepemizdeyken geliyordu. Ayaklarımın dibindeki taşa, evden getirdiği minderi koyup oturuyordu. İlkin yan yana yürüyen iki baston gibi görünmüştü gözüme. Fakat yaklaştıkça birinin gerçekten baston, ötekininse kamburu çıkmış bir beden olduğunu anladım.
Bir ara kendi kendine mırıldandığını işittim. Önce dua ediyor sandım, sonra kulağıma çalınan kelimelerin gündelik dilde olduğunun ayırdına vardım. “Şehrin en eskisi, tüüüü hem de ne eski…!” diye neredeyse eğlenerek konuştuğuna yemin edebilirim. Yaşlı bir kaçık herhalde derken, birden başını kaldırıp bana bakmasın mı! O an, akrebim de yelkovanım da zınk diye durdular oldukları yerde. Suçüstü yakalanmıştım sanki. İhtiyar bunu bilirmiş gibi gülümsedi, “Ha ne dersin cânım saat,” dedi, “Bir gün seni de alırlar mı bizden?”
Nasıl tedirgin olduğumu anlatamam. Şu hayatta neler görmüş geçirmiştim ama dosdoğru yüzüme bakıp konuşan olmamıştı. Yanıt verecek olsam duyar mıydı acaba? Duymuş gibi omuz silkti, “Ya ne olacaktı ha, ne olacaktı? Şu koca şehirde bir sen anlarsın derdimi, bir ben anlarım derdini…” Ne demekti şimdi bu? Benim bir derdim yoktu çok şükür. Halimden gayet de memnundum bir kere.
“Sanıyor musun ki,” dediğini işittim sonra, “rahat verecekler sana?”
Gözlerimin içine içine baktığına, sorusuna bir yanıt beklediğine yemin edebilirdim. Öğretmen miydi acaba kendisi?
O küçücük bedenden beklenmeyecek bir kahkaha duyuldu. “Öğretmen denemez, ama onun gibi bir şey işte. Boşver şimdi onu bunu, sen soruma cevap ver; sanıyor musun ki, rahat verecekler sana bu meydanda?” Ne demek istediğini katiyen anlamış değildim. Hem bir dakika, nerden ve nasıl bilebilirdi ki benim onu duyup yanıtlayabileceğimi?
“Ben,” dedi —Azıcık gururlanmış mıydı ne?— “bu dünya üzerindeki her şeyin hisleri olabileceğine inanırım sevgili saat, kocakarı deyip geçmeyeceksin, anladın mı şimdi?” Minderinde şöyle bir kıpırdanıp başını kaldırdı, müstehzi gülümsedi yine ve sesine gizemli bir ton vererek devam etti: “Sadece insanların, hayvanların, bitkilerin değil; eşyaların, sokakların, binaların ve tabii ki saat kulelerinin de bir ruhu vardır, ah hele ki saat kulelelerinin…” Yok yok, belki de benimle değil kendiyle konuşuyordu, derken başını kaldırıp şöyle dedi: “Onlar her şeyi bilir, duyar, hisseder. Üstelik hepimizden daha uzun yaşarlar ve bu yüzden sonraki kuşaklara karşı da sorumlulukları büyüktür, anladın mı bakıyım?”
Daha demin süklümpüklüm duran akrep ile yelkovan bu sözleri duyunca şevke geldiler, at gibi koşturmaya başladılar yeniden. Mecburen yanıt verecektim artık. İnatçı bir ihtiyara benziyordu doğrusu. “Peki,” dedim sıkılarak, “neden bana rahat vermeyeceklerini düşünüyorsunuz ki? Kaç yıldır burada dikilip duruyorum, bozuk olmama rağmen, bugüne dek bütün resmi kutlamalar benim ayaklarımın dibinde yapıldı. Bu bakımdan haklısınız da yani, tarihin bir nevi tanığı sayılırım ben de. Ne başbakanlar, ne cumhurbaşkanları gördü bu gözler.”
İhtiyar sakince ayağa kalktı, minderini çantasına koydu, öteki eline bastonunu aldı. Ne olmuştu şimdi, gücendirmiş miydim onu? Birkaç adım attıktan sonra dönüp baktı, “E ne duruyorsun, hadisene!” dedi. “Kim, ben mi?” diyecektim neredeyse. “Hadi hadi,” dedi, “ikimiz de biliyoruz ne işler çevirdiğini, yürü bakalım, sana göstereceklerim var…”
Böylece ilk kez içine girdiğim kişinin rızasını alarak tutundum nabzına. İhtiyarın nabzı kırılgandı, bir şey olacak da kalbi oracıkta duruverecek diye ödüm koptu. Zavallının ağır adımlarıyla bizim meydanın sol tarafından sokağın birine girdik. Biraz sonra bir tren yolunun yanından yürüyorduk. İhtiyar da sanki gezintiye çıkardığı bir turistmişim gibi bana etrafı tanıtıyordu. “Bak bu tren yolunun karşı tarafına doğrudan geçebilirdik eskiden. Böyle uzun dolanmamıza hacet yoktu. Tarihi bir köprü vardı şuracıkta. Ama şimdi tren yolunu yenileme bahanesiyle köprüyü kapattılar.”
“E ne var canım bunda,” dedim, “yenilesinler tabii. İşleri bitince yine açacaklar nasılsa”.
“Yok ayol,” dedi, “köprüyü yıktılar bile, güzel taş köprü gitti, betonu geldi.”
Böyle söyledikten sonra, tren inşaatının etrafını dolaşan sacdan duvarın bulduğu ilk aralığından eğilip bakmaya başladı. Kimi gözetliyorduk acaba? “Şişş..!” dedi ve eğri büğrü olmuş işaret parmağıyla, az ötede tarihi köprünün olması gereken yerdeki beton köprüyü gösterdi. Çirkin mi çirkin bir şeydi bu. “Ah ah,” dedi ihtiyar, “biz amcan ilen o köprünün üzerinde az buluşmadık, biliyor musun?” Kaldırdı başını, çantasından işlemeli bir mendil çıkardı. Ben gözünün yaşını sileceğini sanırken o burnunu temizledi bir güzel. Sonra da gönlümü almak ister gibi tatlı tatlı, “Bozulma canım hemen,” dedi, “senin dibinde de az buluşmadık, hatta aramızdaki ismin ‘uğurlu saat’ti. En müjdeli haberleri o taşın üzerinde otururken verdik birbirimize…”
Oldum olası poh pohlanmaktan rahatsızlık duyardım. Şimdi napıyorduk acaba, burda durup geçmişi mi yâd etmeye gelmiştik? “Aman aman iyi, seninle de iki çift laf edilmiyor!” diyerek yeniden tren yolu boyunca yürüyüşe geçti. Bozuk kaldırımdaki yürüyüşümüz sırasında birkaç düşme tehlikesi ve araba tekerlerinden çamur sıçrama vakası yaşadık.
Şimdi yayaların geçmesi için uydurulmuş daracık bir aralıkta yolumuzu bulmaya çalışıyorduk. Moloz yığınlarının üzerinden atladık yaşlı başlı halimizle. Mazgallara ayakkabımızın topuğu girmesin diye çarpık çurpuk attık adımlarımızı. Su birikintilerinden paçamızı ıslatmadan geçmeyi de başardığımızda kan ter içinde kalmıştık.
Yaya yolu genişçe bir caddeye çıkıyordu. Cadde genişti ama kaldırım, insanın yan yan yürüse ancak sığabileceği kadardı. Sırtımızı duvara verip yengeçler gibi yürümeye başladık.
Yok böyle olmayacaktı, karşıya geçmek en iyisiydi. Sağdan soldan gelen araba olmadığından emin olup attık kendimizi yola. Caddenin ortasındayken nereden çıktığını anlamadığım bir hafriyat kamyonunun tam gaz bize doğru gelmekte olduğunu gördüm. Teyzenin kalbi şimdi durmazsa bir daha hiç durmazdı!
Devam edecek…