Sıradan bir gün…
Her zamanki kayın ağacının gölgesinde oturmuş, güneşle birlikte altın bir ırmağa dönüşen vadiyi izliyorum. Günün yorgunluğunu dev patilerini yalayarak atmaya çalışan Tırsık’ın mırıltıları, tatlı bir ninni gibi dinlendirici. Uyuyup kalabilirim. Elbette düşmanın nefesini her an ensenizde hissedebileceğiniz bir yerde, bu pek akıllıca olmaz. Eve dönme zamanı diye düşünürken, bir haber geliyor. “Westfall Hanı’nda seni bekliyoruz.” En kötü yorgunluk bile yola koyulmamı engelleyemez! Tırsık’ı da öyle olacak ki; haberi alınca yerinden fırlayıveriyor. Keşke macera kokusuna karşı duyarlılığını, düşman kokusuna karşı da gösterebilse… Bir ejderha tüm gürültüsüyle gelip ötesine konsa, poposu yanmaya başlayana dek farkına bile varmaz. Yine de, sonrasında bir Atılgan’a dönüştüğünü kimse inkâr edemez.
Westfall birkaç saat uzaklıkta. Bir zamanlar bu topraklar huzur doluydu. Şimdiyse hırsızların, katillerin kol gezdiği, yolcuların, içindeki kestirmeden geçmektense, birkaç gün daha yol tepmek pahasına sınırlarına yaklaşmadığı, tekinsizliğini sessizliğiyle gizlemeye çalışan bir çoraklıktan ibaret. İşte tam da bu sebepten, benzer mesajları sık sık alırım. Ne de olsa birilerinin bu pisliği arada bir süpürmesi gerekli.
Handa büyük bir coşkuyla karşılanıyorum. Yok, yok… Uzun zamandır görüşmüyor değiliz. Bu coşkunun sebebi; beklemekten bunalmış dostlarımın aksiyon yoksunluğu çekmeleri. Son bir kez çantalarımızı ve silahlarımızı kontrol edip dışarı çıkıyoruz. Hedefimiz; Deadmines zindanları. Westfall’ın kötülük pompalayan kalbi…
Zindanın kapılarına ulaşmak her zaman kolaydır. Yol çıplak, küçük tepelerin arasından, uzun zaman önce terk edilmiş Moonbrook Köyü’nün kalıntılarına kadar kıvrılarak uzanır. Etrafta birkaç çapulcudan ve üstümüzde dönüp duran akbabalardan başka kimsecikler olmaz. Ancak zindanın kapılarını bir kez geçtiniz mi, her an arkanızı kollayacak bir yoldaşa ihtiyacınız vardır. Tabii ki siz de onunkini kollamalısınız.
Zindanın karanlık ve küf kokulu tünellerinde ilerlerken, çok geçmeden kalkanlar, büyüler, oklar havada uçuşmaya başlıyor. Tırsık’ın birkaç saat önce tüylerini kabarttığı pofuduk patileri birer pençeye dönüşmüş, büyük bir hızla sağa sola savruluyor. Temizlediğimiz her alanda soluklanıyoruz. Bir sonraki kapının ardında, köşenin başında, kaç kişiyle karşılaşacağımızı kim bilebilir? Hazırlıklı olmak en iyisi…
Yer sarsılmaya başlıyor. Bunun bir ogre olduğunu anlamak zor değil, pis kokusunu metrelerce öteden alabilirsiniz. (Ogre dendiğinde kafanızda canlanan Shrek’se, okumayı bırakıp gezegeninize geri dönebilirsiniz!) Karanlık bir köşeden çıkarak asasını bize doğrulttuğu an, büyücümüz usta bir manevrayla onun girişimini yarıda kesiyor. Bu boşluktan yararlanan dostlarım, ogre’a doğru akın ediyor. Bense olmam gereken mesafede, yayımı sıkıca kavrayıp geriyorum. Okum büyünün yarattığı loşlukta, ıslık çalarak ilerliyor. Tam isabet!
Her şey yolunda. Kol ve bacaklarımızdaki ufak tefek sıyrıklar Puhu için çocuk oyuncağı… İyileştirici büyüleri bizi birçok kez ölümün eşiğinden kurtardı.
Deadmines’a son gelişimiz, zindanı kendine mabet edinmiş Edwin’i tarihe gömdüğümüz zamana denk gelir ki; o zamandan beri içerisi fazlasıyla değişmiş. Yolumuzu kaybetmemek için zindanın haritasını çıkarıyoruz, her zaman işe yarayan bir yöntem. Gittikçe derinleşen sessizliğin eşliğinde devam ettiğimiz engebeli yol, büyük ahşap bir kapıyla kesiliyor. Ardında kimin ya da neyin olduğu konusunda en ufak bir fikrimiz yok, ama kapının demir perçinlerine ve ağır görünüşüne bakılırsa, sevimli bir şey olmadığı kesin. Böyle durumlarda taktiğimiz bellidir; fiziksel gücü fazla olan, (ki bu da bizim iki elle kaldıramayacağımız baltasıyla bir kürdan gibi oynayan Loti oluyor) önden gider, şimdi olduğu gibi.
Nefesimizi tutmuş, kapının ardındaki tehlikeye karşı gardımızı almışken, ummadığım bir anda başımdan aldığım darbeyle öne savruluyorum. Omzumun üzerinden baktığımda, ikinci bir darbenin hızla yaklaştığını görerek yana kaçıyorum. Neyse ki, bu kez terliği yiyen kafam yerine monitör oluyor ve üçüncü bir terlik olmadığına eminim.
Kısa bir sessizliğin ardından odanın içinde o ses yankılanıyor: “Deminden beri sana seslenmiyor muyum ben? Yemek hazır diyorum, duymuyor musun? Yine oyun mu oynuyorsun? Dersin yok mu senin çocuğum? Bak haftaya okula geliyorum, bir şikâyet, bir kırık not duyayım, o zaman bak bakalım bilgisayar filan kalıyor mu ortalıkta!” Zindan atmosferinden çıkamamış bünyenin verdiği etkiyle, annemin birazdan üzerime uçacağına eminim. Hatta sürekli konuşarak suladığı çiçekleri aslında eğitmiş olabileceği ve onun bir sözüyle koluma bacağıma dolanarak beni etkisiz hale getirebilecekleri fikri geliyor aklıma. Neyse ki annem tehditleri yeterli buluyor. “Bak bu son seslenişim. Bir dahakine terlikle değil, apartman topuklularla geleceğim.” Suratımda tırsmış bir sırıtış, annemin peşi sıra gidiyorum. Merhaba dünya! Macera buraya kadarmış. Şimdilik.