Uyandık mı? Uyanık mıyız?
Farkındalık, toplumca idmanlı olduğumuz bir alan değil. Ölçüsüz bir ağa, ağabey, emmi, baba, lider, hoca bağlılığıyla yazıyoruz kültürel tarihimizi. Kolaycı biat, çaba gerektiren düşünmenin açık ara önünde.
Seçimlere odaklı günler, Vol. KİM-BİLİR-KAÇ. Adaylar açıklandı, açıklanıyor.
Her aşamada olduğu gibi, sevinç ve kızgınlıklar kol kola. 7 Haziran desen kapıda. Üst düzey farkındalık zamanı. Dönümleri dönemeçleri beklemeden kimin kendini nasıl ve ne zaman açıkladığını, hangi soruyu nasıl yanıtladığını/yanıtsız bıraktığını, neyi ne kadar şeffaf tuttuğunu/ tutmadığını, hesap verme/vermeme eğilimlerini iyi, ama çok iyi hatırlayıp tartmamızın son haftaları. Oylara sahip çıkmak, sandıklarda görev almak, yolsuzluklara geçit vermemek için süreçlere katılımcı olmanın günleri.
Adına “sağduyu” denen, “vicdan”la dayanışma halinde olmayı en iyi bilen, “eleştiri” ve “özeleştiri”yi yanından eksik etmeyen şu hayati yetimizi körelmişlikten kurtarıp, tam potansiyel kullanmamızın –yer yer gecikmiş de olsak– aciliyetli önceliği tartışılmaz.
Duyarlılık ve farkındalıkta nicel bir başarımız olduğunu söylemek için hâlâ erkense de, iyidir bu odaklanış halimiz, “seçimden başka şey konuşulmaz oldu” deyişlerimiz, tartışmalı dalgalanmalarımız ve duygulanımlarımız. Özellikle de, henüz “sefil” denebilecek bir performansla da olsa, iletişim halinde olma çabamız. Eh. Bir umut ışığı yakmışız ki, bundan korkması gerekenler gerçekten korkmuşlar. Korkmuşlar ve bu iletişimin önüne setler kurmak için biçare çözümlerine başvurmaya başlamışlar yine.
Şu “farkındalık” konusu ciddi mesele ama. Sayılara döktüğümüzde, toplumca ve kültürce idmanlı olduğumuz bir alan değil çünkü, ne dün öyleydi ne de bugün öyle olduğunu söyleyebiliriz. Ölçüsüz bir ağa, ağabey, emmi, baba, lider, hoca bağlılığıyla yazıyoruz kültürel tarihimizi. Kolaycı biat, çaba gerektiren düşünmenin açık ara önünde. Pek çok alandaki tembelliğimizle doğru orantılı olarak, kendimiz için hayati öneme sahip konularda bile işi ve sorumluluğu başkasına yıkacak kadar birine bel bağlama, en acilinden güven duyma ihtiyacımız, tarihimizin her dönemine vermiş rengini. Elbette güven odağına oturtulan kişiye bağlı olarak, bugün hâlâ iyi-kötü, doğru-yanlış diye yetersiz tartışmalara konu ettiğimiz sonuçları olmuş bunun. Ama hiçbir zaman kendine güvenen –çok uyuşmadığım bir tabir de olsa– “kaderini kendi tayin edebilen” bir insan topluluğu olma yolunda güven uyandıran adımlar atmamışız. Bugün, sıkı bir umut vaat ediyoruz, ama “güven” konusunda daha çok işimiz var. En acil eylem: Uyanmak ve uyandırmak.
Vahşi Sürü, yayında olan en yeni romanımız. Yaşadığı toplumun ahvaline açık gözlerle ve –gerektiğinde o yazarı yıpratacak– bir derin dalışla bakmayı bilen Daniel Höra’dan, “farkında olma” ihtiyacımızın hayati önemine dair sıkı bir kurgudur Vahşi Sürü. “Sürü” kimlerden oluşuyor ve niçin “vahşi”ler, sorusunun farklı cevapları, kitapta çeşitli biçimlerde verilmiş. Her okurun bu konuda kendince sağlam görüşleri olacaktır, sağlıklı olan da bu zaten. Bazen, en sıkı yanlışların karşısında sapasağlam durduğumuza o kadar eminizdir ki mesela, bu karşı duruş sırasında nelere eyvallah dediğimizin, neleri göz ardı ettiğimizin farkında olmayışımız ölümcül sonuçlar doğurabilir. Bu farkındalığı zayıflatma lüksümüz olmadığını, uyuşturucu propagandalarla dolduruşa geldiğimizde, sadece “ikna olmakla” bile ne kadar tehlikeli yaratıklara dönüştüğümüzü ve her daim dönüşebileceğimizi hatırlatıyor Höra. Bu süreçte bizimle sanki.
Basit denklem şu: Tarih de gelecek de bugündür. Dün de yarın da bugündür. Geçmişe tarih dediğin, geleceğe anlam verdiğin, dünü konuştuğun, yarın düşündüğün gün, her zaman bugündür. Bugünü iyi kılmak ve kullanmak üzere, herkese tekrar günaydın.
—