Derken Öfke Elden Ele… (2)
“Kıs şunun sesini!” demişti kadın. “Kıs!”. Kısar mısın bile değil. Kıs!
Peki o ne yapmıştı? Cevabı yapıştıracağı yerde… Fakir ama gururlu genç edasıyla inivermişti otobüsten. Tiribini yesinlerdi senin. Sersem!
Nabzının telaşına yetişmek mümkün değildi. Aklına hücum eden her cümle, bir öncekinin ayağına basıyordu. Otobüsün içindeki kalabalıktan farksızdı kafasındaki kalabalık. Yoktu bu kaostan kurtuluş. Bu memlekette herkes ve her şey birbirinin ayağına basıyordu işte.
Otobüsten inmişti de ne olmuştu? Şimdi iki durak kadar yürümesi gerekecekti. Sırf kadına sinirinden atmıştı kendini dışarı. Sabahtan beri başına gelmeyen kalmamıştı. Ev arkadaşıyla tartışmasını hatırladı. O gıcığın zeytinyağı gibi üste çıkması yok muydu! Neymiş? Bu evde banyo yapmıyormuş, su parasının üçte birini ödeyecekmiş hazret.
Kulaklığın kablosu, karşıdan gelen süslü kızın çantasına takıldı. Cep telefonu cebinden fırlayıp yere düştü. Bizimki bakakaldı kızın arkasından. “İnsan bir pardon der ya!” diye bağırdı sonra. Eğilip telefonu aldı, sesini kontrol etmek için kulaklığı yeniden taktı alelacele. Sorun yoktu allahtan. Kızdan geriye, genzi yakan parfüm kokusu kalmıştı. “Zengin bebesi!” diye tısladı dişlerinin arasından, “Bütün şişeyi boca etmiş üzerine”. Bu ay da harçlığın sonunu getirdiğini hatırladı. Yeni bir ev arkadaşı bulmak zorundaydı bir kere daha.
Okula ulaştığında ter içindeydi. İlk ders kaçmıştı artık. Bir allahın kulu da çıkmazdı ki yerine imzayı atıversin yoklamaya. “Belki hoca da gecikmiştir,” diye geçirdi aklından. Bu düşünceyle sıklaştırdı adımlarını.
İşte okulun girişindeydi nihayet. Saatine baktı. Dersin ilk beş dakikası kaçmıştı; yine de bastı gaza. Tam turnikeden geçmişti ki, birinin bağırdığını işitti arkasından: “Hoop! Buraya baksana sen!”
Ortalıkta kendisinden başka kimse olmadığından bir hışım döndü; “Sen” mi demişti o?
“Sana diyorum!” diye bağırdı bu kez güvenlikçi. Eliyle de “gel gel” yapıyordu bir yandan. İşte onu çileden çıkaran, bu hareket oldu.
Gencin nabzı öyle deli atıyordu ki, az sonra olacakları tahmin etmek güç değildi. “Kimlik!” diye bağırdı güvenlikçi, “Dingo’nun ahırı mı lan burası? Kimliğini çıkar!”
Genç, ağır adımlarla yaklaştı adama. Filmlerdeki gibiydi her şey. Bir yavaşlatılan bir hızlandırılan aksiyon sahnelerinin içindeydik sanki. “Sen kime sen diyosun ulan!” derken çoktan yakasına yapışmıştı herifin. Arkasından gelen küfrü tekrarlamaya müsait değil terbiyem. Küfrün kulaklarına ulaşması yetti güvenlikçiye; adam kırmızı görmüş boğadan farksızdı artık. Şimdi, boğanın duman tüten kulaklarına yakın bir yerlerinde zonklayan nabzındaydım.
Adam, oğlanı yakasından tuttuğu gibi güvenlik kulübesinin içine tıkıverdi. Bir yandan da bağırıyordu: “Sen kime küfrediyon ulan sıçtığımın iti, kime küfrediyon haa? Kime?!” Diğer güvenlikçiler yetişmese, çocuğu oracıkta hastanelik edecekti yemin ederim. Çocuğa siper olan, elini kolunu tutmaya çalışan meslektaşlarına kükrüyordu: “Anama küfretti! Anama küfretti!” O öyle histerik bir hâlde bunları sayıklarken, üniversiteli genç kargatulumba sınıfına gönderilmişti çoktan.
Adının Hasan olduğunu daha sonradan öğrendiğim güvenlikçi de kısmetli bir gününde değildi doğrusu. Birkaç öğrenciyle daha atıştı. Kantincinin akrabasını içeri almadığı için aralarında ufak çaplı bir itişme oldu. Kedilere her gün yemek veren taze asistanla birbirlerine çıkıştılar. Hayvanlara ve onlarla ilgili her şeye alerjisi vardı çünkü ve yemekler bakteri yapıyor, mikrop yayıyordu. Fakat gün boyu aralıklarla patlak veren bu kavga gürültü, Hasan’ın öfkesini boşaltmasına yetmedi.
Paydos saatinde sivilleri çekti Hasan. Ne yalan söyleyeyim; içi boşalmış üniformasına bakarken, öfkesinin de o çelik dolapta asılı kalmasını umdum. Fakat nabız hızı ve vücut ısısı, umutlarımın boşa çıkacağına işaret ediyordu. Hasan, kimseye tek kelime etmeden attı kendini okuldan dışarı. Kapının önünde dikilip bir sigara yaktı. Eli telefona gitti. Rehberde “Karım”ı buldu. Arama tuşuna bastı.
“Aradığınız kişi şu anda bir başkasıyla görüşüyor…” diyordu dijital kadın. Anonsla birlikte nabzında bir hareketlenme oldu. Sigarayı yere atıp ayakkabısının burnuyla ezdi. Otobüs durağına yöneldi. Yürürken gözü, kulağı telefondaydı. Aradığını görüp dönmesi gerekirdi ama dönmedi karısı. Hışımla tekrar yüklendi arama tuşuna. Hah! Çalıyordu. Yorgun bir “alo” açtı telefonu. Hasan hâl hatır yerine hesap sordu: “Aradım, meşguldü.”
“Annemle konuşuyordum…” dedi yorgun ses.
“Neyse ne!” diye terslendi Hasan, “kahveye geçiyorum. Akşama bi şey lazım mı?”
“Eczaneye,” dedi kadın, “uğrayabilir misin?”
“Ne var ne oldu yine!” Sesinde endişeden çok hiddet vardı Hasan’ın.
“Oğlanın ateşi düşmedi,” dedi kadın.
İşte o an nevri döndü Hasan’ın. Durağa bir adım kala yavaşladı ve bağırmaya başladı. Duraktakilerin başları ondan yana döndü. Bakışları fark ettikçe daha da yükseltiyordu sesini. Kendini çok haklı hissediyordu çünkü. Haklıydı işte. Ondan haklısı yoktu şu anda.
Neden her şeyi ondan bekliyorlardı? Neden zahmet edip kendisi almamıştı ateş düşürücüyü? Her gün eve ekmek getircem diye kıçından ter akıtan oydu. Ama hanımefendi, poposunu rahat koltuğundan kaldırıp iki adım ötedeki eczaneye gidemiyordu öyle mi?
Kadın, bağırıp çağıran kocasına hiçbir açıklama yapmadı. Hasan’ın bağırtısı bir türlü kesilmiyordu, ama nasıl oluyorsa, giderek ondan uzaklaşıyordum.
Sonra kendimi eski ve bakımsız bir mutfakta, yorgun ve duru yüzlü kadının nabzında buluverdim. Telefonu tezgâhın üzerine bırakmış, oğlunun çorbasını karıştırıyordu. Telefondan kulaklarımıza ulaşan sadece bir vızıltıydı şimdi. Oğlan mama sandalyesinde oturmuş, çorbasını bekliyordu. Neşeli bir türkünün ezgisi geliyordu derinden bir yerden. Kadın radyonun sesini açtı, açtı, açtı… Ateşten mi bilmem, yanakları nar gibi kızarmış oğlan neşeli çığlıklar atarak çırptı ellerini.
Devam edecek…
Önceki yazıyı okumak için: Derken Öfke Elden Ele (1)