sıfır beş yüz otuz üç, dört yüz… – II
ankara’ya vardığımızda saat sekizdi, hava istanbul’dan soğuk, bense zıpkın gibiydim. çaresizlik duygusunu geride bırakmıştım, yine kendimi bir macera filminin içinde hissediyordum.
servisle kızılay’a gittim. wifi olan bir kafe aradım, taş fırın kafe diye bir yer buldum. oturdum, çay ve tost söyledim. laptopu çıkarttım ve tor’la bağlandım. kimseden bir şey gelmemiş. herkes mi sıkışık yoksa tedbir olsun diye mi sessizler. diğer yandan ses çıkmaması hâlâ gidecek bir yerimin olmadığı anlamına geliyor. bağlantıyı kapattım. bir internet kafeye gitmeye karar verdim.
kızılay’da internet kafe ara ki bulasın. nihayet clup karanfil diye bir yer buldum. basını, polisin cirit attığı siteleri falan taradım. bizimle ilgili bir şey yok, belli ki benim adım da bilinmiyor. acaba birden ortadan yok olarak gereksiz yere dikkat mi çektim. aslında fake bir hesap açıp facebook’a da girilir ama ne lüzum var şimdi. güçlü bir pelin’in-fotoğraflarına-bakma-arzusu duyduysam da başıma iş alırım diye vazgeçtim.
bir durum değerlendirmesi yapmaya karar verdim. elimdeki parayla birkaç ay daha böyle gezebilirim. ama bir gün daha yıkanmazsam, dikkat çekmemem imkânsız. bu kimlikle otellere gitmek akıl kârı değil… macera filmi uzak, aptalca, hatta utanılacak bir duygu haline geldi.
yine kazım abiyi hatırladım ve yürümeye başladım.
annemi mi yoksa pelin’i mi daha çok özledim fikriyle oyalandım bir süre. sonra annemi daha az özlemiş olmamın nankörlük olacağına karar verdim. derken zaten annemi çok daha fazla özlediğimi anladım. ardından, böyle giderse uzun bir süre, istediğim gibi, doya doya ağlayabileceğim bir yerimin de olmayacağını düşündüm. ve bu bana her şeyden fazla koydu, inanır mısınız.
sonra, belki de boşu boşuna kaçtığımı, sefer’in tesadüfen gözaltına alınmış olduğunu ve ona bizimle ilgili bir şey sorulmamış olabileceğini düşündüm. ama gözaltı süresi doldu ve salınmış olsa iki satır bir şey yazardı.
biraz daha yürüdüm. tunalı’da buldum kendimi. bir gazete bayiinde, bir gazetede kendi fotoğrafımı gördüm. çok büyük bir fotoğraf değil, sanırım liseden almışlar, saçlarım kısa, sakal falan da yok tabii. tanınmam mümkün değil. peki ben neden görmedim internette?
gazetenin başlığı görünmüyordu ve uzun uzun bakma riskini göze alamadım. sakin olmalıyım. bu yepyeni bir durum. bu şartlar altında bu gece istanbul’a dönmek iyi bir fikir olmaz. burada nerede kalabilirim? bir başka gazete bayiinin önünden geçtim, yine aynı fotoğraf. kapüşonu takıp gazeteyi satın almaya karar verdim. benim lisedeki halime çok benzeyen bir oğlan önemli bir fizik bursu kazanmış. gazeteyi sırt çantasının yan gözüne koydum. evet, sinirlerim bozuk benim.
o kadar uyudum, yine yorgunum. ama yürümeye devam ettim. bir yere mi girsem acaba. baktım, dikmen’e gelmişim. “ya o kapsül pelin’ime…” diyen oğlanın mahallesi değil mi burası? caddede yürümeye başladım. akşam istanbul’a döneyim. yok, en iyisi izmir’e gideyim. hem yol uzun hem de oradan bodrum’a falan geçerim belki. bodrum’dan kos’a kolay geçildiğine ilişkin bir bilgi zihnimin gerisinden bir yerden fırladı. ama pasaport gerekiyor galiba. ya da belki yardımcı olacak birini bulabilirim orada.
sağımdan, solumdan bankalar, mağazalar sanki hafifçe solarak akıyor. tam seymenler parkı’nın orada bir adam koluma girdi, aman demeye kalmadan bir diğeri öteki kolumdan tuttu. anladım. annem görüşüme gelir, peki pelin bekler mi? bir daha onun boynunu koklayamayacağım fikri varlığımı esir alırken arka arkaya defalarca, “ben mustafa kalkanlı, gözaltına alınıyorum,” diye bağırdım. orta yaşlı bir adam, “bırakın çocuğu,” diye tutturdu ama bir yerlerden çıkan bir başka adam onu itekledi. yaşlıca bir kadın, “kimsiniz siz, bırakın çocuğu, allah belanızı versin,” diye bağırdı. kızın biri, “mustafa, ailenin telefonunu ver,” dedi. bak bu iyi fikir. sanki bir sloganmış gibi, “sıfır beş yüz otuz üç, dört yüz altmış beş, kırk bir, kırk bir,” diye bağırdım. kolumu arkaya büken denyo, “kırk bir kere maşallah,” dedi. o karmaşa içinde, biraz geride duran bir kadının telefonuyla bütün olanları kaydettiğini ve bana belli belirsiz gülümsediğini gördüm. bir saat önce içimi kaplamış olan kimsesizlik pılısını pırtısını toplayıp gitti. son bir kez, “ben mustafa kalkanlı…” diye bağırmaya çalıştım.
başıma gelen macera filminde ağzımı kapatıp başıma bastırarak arabaya itekliyorlardı. ulan, keşke zafer işareti yapsaydım.