Annem Çiçek Açtı
Her şey annemin bilmem kaçıncı dereceden kuzeni Aylin Abla’nın bir iş için İstanbul’a gelip bizde kalmasıyla başladı. Hem bu bahaneyle hasret de giderirmişiz. Öyle dedi telefonda. Hasret gidermek derken, sadece annemi kast etmişti kuşkusuz. Çünkü ben kendimi bildim bileli böyle bir akrabanın sadece arada bir ismini duyardım. Annemin söylediğine göre, en son kardeşim doğduğunda annesiyle bize gelip bir çeyrek altın takmış ve büyük ihtimalle yeni bir kardeşle bunalımın dibine vurmuş bendenizin yanağını okşamıştı. Tabii bunu hatırlamam imkânsız çünkü o zaman sekiz yaşındaydım ve aradan on yıldan fazla zaman geçmiş. Ama annemin deyişiyle “sadece yanağımı okşamakla yetindiğine” eminim. O ve ondan sonraki yaşlarımda hiçbir zaman birinin gelip de yanağıma ıslak bir öpücük kondurmasından hoşlanmadım.
Neyse, konumuz bu değil. Ben aslında evimize kim olursa olsun bir misafir geleceğine sevinmiştim. Üstelik kısa da değil, altı aylık bir iş için geliyordu. Babamla boşandığından beri geçen üç yıl içerisinde, hele de erkek kardeşim yatılı okula gittikten sonra, annem kendini iyice eve kapatmış, bütün gününü babamın ve yeni karısının Facebook hesaplarını takip etmeye ve kıskançlık krizleri geçirmeye ayırır olmuştu. Kim bilir kaç kere, annemin avaz avaz bağırdığını duyup, başına bir şey geldi diye salona koşmuştum. Bilgisayarın başında babamın kendisiyle yapmayıp o “at suratlı kadın”la yaptığı şeylere, gittiği yerlere bakıp, boş yere kendini yiyip bitiriyordu.
“Yeter artık,” dedim. “Dedektif gibi şu adamı izlemeyi bırak. Onların ruhu bile duymuyor, kendini üzdüğünle kalıyorsun.”
Belki Aylin Abla’nın gelişi evin havasını biraz değiştirir, annemi içine düştüğü bu hüzün denizinden çıkarırdı. Telefonda söz verdiği gibi, çekçekli bavulunu peşi sıra sürükleyerek bir cumartesi günü bize geldi ve benim odamın bitişiğindeki, ablam evlendiğinden beri boş duran odaya yerleşti. Gardırobun onun için açtığımız boş raflarına koyduğu, hepsi birbirinden canlı renklerde pek çok giysi evde yaşanacak canlanmanın da habercisi gibiydi. Sadece renkler mi? Fırfırlar, fistolar, danteller, nakışlarla süslenmiş bu iddialı şeyleri, değil annem, ben bile giymeye kolay kolay cesaret edemezdim. Her sabah işe giderken en az bir saat bunların birini giyip birini çıkarıyor, sonunda seçimini tamamlayıp banyodaki aynanın karşısında uzun bir süre makyaj yaparak oyalanıyordu. Sabahları banyo işgalini önlemek için, daha üçüncü gün, benim odadaki aynayı onun odasına taşıdık.
Aylin Abla’nın annem üzerindeki ilk etkisi, onun Facebook hesabını kapattırıp, dedektiflik oyununa son vermesi oldu.
“Bitti,” dedi, bir ağlama nöbetinin sonunda. “Dışarıda akıp giden bir hayat var. Biraz kendine çeki düzen ver. Çık dışarı, nefes al biraz.”
Sonraki aşama, bu çeki düzen verme aşamasıydı. Hafta sonu birlikte alışverişe çıktılar. Onlarla gitmek istemedim. İyi ki de gitmemişim. Ben yanlarında olsaydım, annem o kıyafetleri satın alır mıydı bilmem. Ama iyi ki de almış. O rengârenk gömlekleri, mini kot etekleri, daracık pantolonları giyince, annem sanki annem olmaktan çıktı da, kendisinden en az on yaş genç başka bir kadına dönüştü.
İkinci hafta sonu bu kez bakım, onarım günleri başladı. Kuaför, cilt bakım, manikür, pedikür derken, kapıyı açtığımda karşımda gördüğüm kadının gerçekten annem olup olmadığından emin olamadım. Kızıla boyanmış ve kısacık kesilmiş saçları, ışıldayan yüzü, ojeli tırnaklarıyla bir afet. “Meğer sen neymişsin anne!” dedim. Ben onu hep anne olarak görmüştüm. Oysa şimdi annem, evin içinde başka bir kadına dönüşmüş, kendine güveni arttıkça ortalığa da ışıltısını bulaştırmaya başlamıştı. Hani filmlerde olur ya, çirkin ördek yavrusu birden kuğuya dönüşüverir, işte anneminki de tam olarak öyle bir şeydi.
Bu dış görünüş devriminin tamamlanması bir aydan fazla sürdü. Gerçekten onun kendiyle ilgilenmesi, babamın açtığı yarayı hafifletmiş, evin içinde babamın ve at suratlının adı çok daha az geçer olmuştu. Aylin Abla hafta arası işe gittiği için, annem evde yalnız kalıyordu. Ben yılsonu sınavlarına hazırlanmak için iyice odama kapanmış, açık pencereden içeri dolan bahar cıvıltısı eşliğinde ders çalışıyordum. Arada bir odamın kapısından içeri giriyor, bir bardak süt, meyve veya kurabiye dolu bir tabakla beni mutlu etmeye çalışıyordu.
“Aferin kızım, çalış, senin de Aylin gibi güzel bir mesleğin olsun,” diyordu bir yandan.
“Senin de bir mesleğin vardı annecim,” dedim bir gün. “Unutmuş olabilirsin ama bir mesleğin vardı eskiden.”
Gerçekten de annem filoloji mezunuydu ve evlilik, çocuk derken, uzun yıllar önce öğretmenliği bırakmış olmasına rağmen, sürekli İngilizce kitaplar okuyarak, film seyrederek dilini canlı tutmayı başarmıştı.
“İstersen bir şeyler yapabilirsin,” dedim.
“Artık çok geç değil mi?”
“Hiçbir şey için geç değil,” dedim. “Üstelik şu haline baksana.”
“Korkuyorum Gaye,” dedi. “Dış görünüşünü değiştirmekten daha zor bir şey insanın içini değiştirebilmesi.”
“Yapabilirsin,” dedim. “Hem gör bak, bir şeyler üretmek, seni bütün bu giysilerden, makyajdan filan çok daha gençleştirecek. Yoksa sadece boyalı bir paskalya yumurtası gibi dolanırsın etrafta.”
Bu benzetmeye ikimiz de güldük. Ama söylediklerim işe yaradı. Annem önce filmlere altyazı çevirerek işe başladı. Oturduğumuz sitede birkaç liseli çocuğa ders verdi. Derken, Aylin Abla’nın yardımıyla bir kitap çevirisi aldı. Yaptığı çeviri beğenilince, gerisi geldi. Artık o kadar meşguldü ki, ne geçmişi düşünüp kederlenmeye ne de gelecek için kaygı duymaya vakti vardı.
Yok hayır, babam pişman olup ağlayarak geri dönmedi. Böyle şeyler genellikle filmlerde olur. Ama dönseydi de, annem onu ister miydi bilmem. Yayınevindeki “editör bey”den bahsederken yanaklarında oluşan pembelikten anlıyorum bunu. Evin içinde arada bir çınlayan kahkahasından, dinlediği cıvıltı şarkılardan, aynada gülümseyerek kendi yüzüne bakışından biliyorum.
Kardeşim yaz tatili için eve geldiğinde, “Abla anneme ne oldu böyle?” dedi.
“Bir şey olmadı,” dedim. “Annemiz çiçek açtı, hepsi bu.”