Derken Öfke Elden Ele… (1)
Yelkovanım birkaç saniye normal ilerliyor, sonra üç aceleci adım atıyordu. Tık, tık, tık, tık, tıktıktık, tık, tık, tık, tık, tıktıktık…
Ne olduğunu anlamaya çalışırken, kendimi bir kadının rüyasında buluverdim. Böylesi ilk kez geliyordu başıma. Nabzına sürüklendiğim kişinin rüyasına da tanık olabiliyormuşum demek.
Kadın bir adama, şahdamarı şişmiş halde ağzına geleni söylüyordu. Adam bu öfke karşısında suspus. Kadın bir süre sonra hızını alamayıp adamın geniş göğsünü yumruklamaya girişiyordu. Fakat kollarında tonlarca ağırlık varmış da kaldıramıyor ve o bitirici yumruğu bir türlü indiremiyor gibiydi.
Uyandı. Kıran kırana bir boks maçından çıkmış gibi ağrıyordu kolları. Yanıbaşımızda, az önce uğradığı saldırıdan habersiz, bir bebek kadar masum yatan adama baktı. Rüyadaki öfkesini sürdürerek attı üzerinden yorganı. Terliklerini giyip banyoya girdi. Yüzünü yıkadı. Aynadaki yüze bakmaktan kaçındı. Gözlerinin önünde rüyadan değil, gerçek hayattan bazı görüntüler belirip kayboluyordu. Küçük bir kız çocuğunun korku dolu bakışları. Üzerine yürüyen bir adamın gövdesi. O iri gövdenin gölgesinde titreyen, küçülen, kırılgan kendi bedeni.
Duşa girdi. Sular bedeninden akarken, kulağına yatak odasından başlayarak yavaş yavaş uyanan evin gündelik sesleri geliyor. Şu bir yaklaşıp bir uzaklaşan ayak sesleri adamın olsa gerek. Dün gece ne olduysa artık, karısıyla karşılaşmaktan kaçınıyordu demek.
Sonra sesler tümüyle sustu. Kadın gözlerini yumup adamın odanın dışında ne yapıp ettiğini hayal etti. Zihnindeki koca, koridorda çocuğun odasının önünde duraklamadan mutfağa geçmişti. Derin bir soluk aldı. Hayır! Kocası evden ayrılmadan çıkmayacaktı banyodan.
Çocuk uyuyor olmalıydı hâlâ. İnşallah bakıcı gelmeden uyanmazdı. Kendisi bile bu haldeyken, çocuk nasıl kalkacaktı yataktan kim bilir. Babasının, annesine öyle bağırdığına daha önce tanık olmamıştı ki hiç. Uyutana kadar neler çekmişti kadın. Bunları düşünürken öfkesi yeniden kabardı. Düşünceleri bölündü, parçalandı, birbirine karıştı, tüm düzenini yitirdi. Hallaç pamuğundan farksızdı şimdi kafasının içi. Uzak geçmişten bazı görüntülerle, dün geceden taşan kimi anlar birbirine karışıyordu.
Nihayet, sokak kapısının çarpılma sesiyle sıyrıldı kadın bu karmaşadan. Çocuk uyanmadan evden çıksa iyi olacaktı. Sadece kocasıyla değil, evladıyla da karşılaşmaktan kaçındığını düşünmek istemedi. Çocuğu içindi her şey, annesini böyle üzgün görmesindi o.
Bakıcıyla her zamankinden daha mesafeli bir şekilde konuştu. Aksi halde gözlerinden yaşlar boşanabilir ve kendini hiç de münasip olmayan bir dertleşmenin içinde bulabilirdi. Çocuğun saat kaçta uyutulup kaçta doyurulması gerektiğini hatırlattıktan sonra kendini sokağa attı. Şehre yağmur gelmişti. Güneşli bir gün olsa, duyguları kendilerine tutunacak bir bahar dalı bulabilirdi oysa.
Gece yaşananlardan kalan görüntülerle, rüyasının puslu resimleri iç içeydi artık. Onlardan tümüyle kurtulmak için başka şeyler düşünmeye çalışıyordu, ama olmuyordu. Zihni uzun zamandır aynı düşüncede patinaj yapıyordu. Çocuk bu kadar küçük olmasa… Şimdiye kadar çoktan…
Tam o sırada, yani kadın düşüncelerini toparlayamamışken, bir araba, kendinden başka hiçbir şeyi umursamadan etrafa çamurlar sıçratarak yanımızdan geçip gitti. Kadının montu tümüyle çamurdu şimdi. Öfkelendiğinde ağlayacak gibi olurdu. Kocası gözyaşlarını silah olarak kullandığını sanıyordu o yüzden. Oysa bağıramadığı için ağlıyordu. Montuna çamur sıçradığı için çocuk gibi ağlıyordu şimdi. Durakta bekleyen insanlar ona bakıyordu. Ve o, ağlamasını durduramıyordu. Reklam panosunun arkasına saklandı kendini tutmaya çalışırken.
Otobüs tıslayarak durdu önünde. Ancak bir iki kişinin sığabileceği kadar yer vardı. Otomatik kapı, sırtını sıyırarak kapanırken, montunun kuyruğunu sıkışmaktan son anda kurtarabildi kadın. Az önce üzerine çamur sıçratan arabanın şoförü ile kocasının yüzü, üst üste çekilmiş fotoğraf negatifleri gibi birbirine karışıyordu şimdi zihninde. Öfkesinin gerçek muhatabı böyle böyle silikleşecekti belki de. Hoyrat bir yabancıya kızmak, hoyrat bir kocaya kızmaktan kolaydı.
Arkadan ittirenlerin kararlılığı ve şoförün azarları sonucu otobüsün ilk sıralarına ulaşmayı başardı. Pencere kenarında başını cama dayamış uyukluyor gibi yapan bir liseli, yaşlıların nazarlı bakışlarını görmezden geliyordu. Orta yaşın eşiğindekilerin akıllarından geçeni ise bir tek ben duyabiliyordum. İnsanların işine gücüne yetişme telaşında olduğu şu saatte ev gezmesine gitmenin ne âlemi vardı allahaşkına? Zavallı çocuk uyusundu tabii.
Kadın, yolcular arasındaki bu fikir ayrılığıyla ilgili değildi. Çamur içindeki montuna baktı bir kez daha. Keşke plakasını alsaydı herifin. Şikâyetçi olurdu belki. Bir sonuç alınacağından değil ama olsun, birileri sesini yükseltmeliydi artık. Bu şehir günden güne daha da yaşanmaz olacaktı yoksa. Yeni anları çoğaltarak dün gecenin üzerini örtmek istercesine bakındı etrafa. Üniversiteli olduğu anlaşılan bir genç, dinlediği müzikle uyumlu şekilde ritim tutuyordu. Uyumlu olduğunu biliyorduk, çünkü müziğin kulaklıktan taşan sesi bize kadar ulaşıyordu.
Bu memlekette şikâyet dilekçesinin bir işe yaramayacağını düşündükçe canı iyice sıkılan kadın, kulağındaki müzikle uyumlu salınan genci dürttü. En azından bu konuda bir şeyler yapabilirdi. Genç, derin bir uykudan uyanır gibi kırpıştırdı gözlerini. “O müziğin sesini kısar mısın?” dedi. Sesinin karşı tarafa ulaşmadığını anlayınca kendi kulağını göstererek kulaklıkları çıkarmasını ima etti: “Sesini diyorum, kıs şunu, kafamız şişti sabah sabah!..”
Üniversitelinin boynu, kulakları, yüzü yanıyordu. Kadının gergin ses dalgalarıyla birlikte, ben de gencin nabzına geçivermiştim. Üniversiteli, müzikten kopmuş, gerçeğe dönmüştü. Neden “sen” demişti kadın? Kendisinden sesi kısması istenmişti, ama o hepten kapattı. Kendini de kapatabilmeyi isterdi. Otobüsün içinde olup biten her şeye, aynı havayı solumaktan hiç haz etmediği şu insanlara da kendini kapatabilmeyi isterdi. “Sen,” demişti kadın, “kapat şunu!” Yüzünü dışarı çevirdi. Gidecekti bu ülkeden. “Kapatır mısın?” bile değil, “Kapat şunu!”
Havanın aydınlanmasıyla beliren çirkin beton yığınlarına, akıp giden tabelalara, trafikte homurdanarak zehir salan arabalara baktı. Pencereden görünen tek yeşil, otobüsün dış cephesini kaplayan yoğurt reklamındaki ineklerin dikildiği çayırın yeşiliydi. Otobüsü dışardan tümüyle kaplamış dev çayır çıkartmasını yırtmak ister gibi, ani bir kararla kalktı ayağa. Öfkeli kadınla burun buruna geldi aynı anda.
“Affedersiniz,” dedi “ineceğim de…”
Devam edecek…