Okur’un ve tutku’nun izinde
Duncker’ın neredeyse yirmi yıl önce kaleme aldığı bu kurguyla, hepimiz kendimizce vurgun yemişe döndük. Çünkü Foucault’yu Sayıklamak, aynı zamanda yazmak ve “okurluk” üzerine bir roman.
Foucault’yu Sayıklamak, tam da seçim arifesindeki deli bir haftanın başında buluştu okurlarıyla. Sıkı bir adrenalinin ortasında buldu kendini yani. Eh, malum coğrafyada kim kaçabilmiş ki adrenalinden, kitaplar kaçabilsin.
Bir yayınevi için, her kitap başlı başına heyecandır. Kimisi konusuna ve öyküsüne, kimisi yazarına ve anısına, kimisi de denk geldiği zamanın baskın duygusuna göre farklı önem ve değerlerle öne çıkar. Her unsur önemlidir, sadece hangi unsurun önde olacağı kitaba ve bağlama göre değişir. Hangi duygu ya da itkiyle olursa olsun, her kitap, şu son zamanlarda yaşadığımız seçim sürecinden çok daha barışçıl seçim süreçleriyle alınırlar yayın programına. ON8’de bunlardan birini, en yeni kitabımız, İngiliz yazar Patricia Duncker’ın Türkçe’ye çevrilen ilk romanı Foucault’yu Sayıklamak için yaşamıştık. Şimdi, Murat Özbank’ın çevirisiyle, pırıl pırıl elimizde.
Onu Hallucinating Foucault adıyla ilk kez alıp okuduğumuzdan beri, önce çevirisinin biteceği ânı, sonra kapağının şekillenişini ve nihayet matbaadan gelişini sabırsızlıkla bekledik. Duncker’ın neredeyse yirmi yıl önce kaleme aldığı bu kurguyla, hepimiz kendimizce vurgun yemişe döndük. Bu romanın, yazarın yayımlanan ilk kitabı olması da ayrıca anlamlı. Çünkü Foucault’yu Sayıklamak, aynı zamanda yazmak ve “okurluk” üzerine bir kurgu.
Adından da anlaşılacağı üzere, romanda çağdaş felsefenin en önemli düşünürlerinden Michel Foucault’nun yadsınamaz bir yeri var. Michel Foucault, romanda anlatılan ünlü Fransız yazar Paul Michel için hayati bir yere sahip (ki, o yerin ne olduğunu, her ne kadar burada dile getirmemek için kendimi zor tutsam da, romanı okurken göreceksiniz). Paul Michel, hayatının bir aşamasında yazmaya son vermiş. O zamandan beri kimse bu Goncourt Ödülü sahibi yazardan haber almıyor. Kendini öylesine unutuluşa mı terk etmiş? Yoksa daha başka bir neden mi yatıyor bu sessizliğin ardında? Bunu anlamak da, isimsiz başkahramana düşüyor.
Başkahraman dediğimiz kişi, İngiltere’de, Cambridge Üniversitesi’nde Fransız edebiyatı alanında çalışan bir doktora öğrencisi. Tezini de, Paul Michel üzerine yazıyor. Ancak, tezi için henüz somut bir açı yakalayabilmiş değil. Paul Michel’in yaşamı hakkında bilgi toplamaya çalışıyor, romanlarındaki otobiyografik ipuçları üzerine düşünüyor, ama neyi neresinden tutacağı konusunda kararsız. Bir yandan da ruhsuzluktan ve tatsızlıktan insanın içini kurutan bazı tezlerden, sırf kabul edilip basılmışlar diye feyz almaya, kendine bir yol çizmeye çalışıyor. Yine çalışmasına bağlı çıkmazlarla oyalandığı alelade bir tez gününde, aklını başından alan bir kızla tanışıyor. Onun adı da mühim değil; Alman dili ve edebiyatı alanında çalışıp, tezini Schiller üzerine yazan bir Germanist o. Edebiyat konusunda, üniversitedeki öğretim üyelerine bile taş çıkartacak bir okurluk deneyimine ve derinliğine sahip. Ve tutkuya… En çok da tutkuya. Çünkü Germanist’in gözünde, tutkusuzluğun hiçbir bahanesi olamaz. Hele ki konu edebiyatsa, yazar ve okur arasındaki ilişkiyse…
Germanist’le tanışmak, bizim öğrenciyi edebiyatın, metnin ve yazmanın bambaşka bir koridoruna itiyor. Kütüphanenin, sayfaların, satırların ve harflerin ötesinde uzanan bir koridor bu. Ucunda Harikalar Diyarı mı var, bilinmez. Ama daha “anlamlı”, daha güçlü, daha içten bir şeylere çekildiğini hissediyor öğrenci. Böylece İngiltere’den Fransa’ya, üniversite kütüphanelerinden akıl hastanelerine, bugünün söylentilerinden yakın geçmişin belgelerine uzanan bir yolculuk başlıyor.
Foucault’yu Sayıklamak için tarihsel roman denebilir mi? Elbette “tür” konusu her zaman tartışılır. Bununla birlikte, yakın tarihe dokunan bir kurguyla karşı karşıya olduğumuzu pekâlâ da söyleyebiliriz. Robert Zemeckis’in başyapıtlarından Forrest Gump’ı izlemiş olanlar çok iyi bilir bu duyguyu. Her şey o kadar gerçek ve düne aittir ki, zamanınızdan kopup geçmişe gittiğinizi değil, şimdiki zamanın geçmişe bir köprüyle uzandığını hissedersiniz. Anlatılan dünle yaşanan bugün bir bütün olur. Hele ki bu iki zamanı birbirine bağlayan köprünün tuğlaları aşktan, tutkudan, iç yakan bir özlemden ve tazeliğini korumuş duygulardan yapılmışsa.
İstanbul Art News’ta Seçil Epik’in roman üzerine kaleme aldığı yazıyı anmadan geçemem. Onun dile getirdiği derinlik, bizi de önüne katıp sürükleyen duygulara çok ama çok yakın. Benzer derinliklerde dolaşacağımız yeni yazılar da gelecektir.
Galiba geriye “iyi okumalar” demek kalıyor. Tutkulara tutunup, onlardan güç almaya çok ihtiyaç duyacağımız bir dönemdeyiz. Ataleti ve baymışlığı sarsıp, ruhun dirayetini artıracak ne varsa tutunmanın zamanıdır. Hele de edebiyatla bunu yapmak böylesine mümkünken.
—