sıfır beş yüz otuz üç, dört yüz… – I
ben tabii yine gittim.
insan hızla yürürken sokaklar, pencereler, binalar tren camındaki gibi geçiyor yanından. ah kazım abi, büyük adamsın. “eğer gidecek yerin yoksa sürekli gitmelisin,” demişti. “durduğun an göze batarsın, bu herif ne halt ediyor burda derler. sürekli gideceksin.”
hani bir yere yetişecekmiş gibi kararlı yürüyen sokak köpekleri vardır. ulan kim bekliyor olabilir seni, işyerinde kart mı basacaksın, niye hızlı hızlı yürüyorsun. işte onlara benziyorum.
gidiyorum. mecidiyköy’den harbiye’yi buldum. taksim’den biraz tırsıyorum aslında. ama o kalabalıkta kaybolmak daha mı kolay? bakıcaz.
param azalacak diye çok korkuyorum, bir yandan da beş bin lira bankada kuzu gibi yatarken parasız kalmak zoruma gidiyor. iyice bir düşünelim. herifler kartın kimde olduğunu bilmiyor. bankamatikten çeksem kameraya yakalanırım. ama biraz kamuflajla tanımayabilirler. evet abi, ben bu riski göze almalıyım.
topshop’a girdim. yok, her şey çok pahalı. büyük han’ın girişinde şapka, atkı, her türlü şey satılıyor. kendime çiçekli bir fötr ve çok güzel, ekose bir atkı aldım. naylon torbaya koydu çocuk. montu çıkarıp sırt çantama tıktım. poların kapüşonunu içeri çevirdim, atkıyı sarıp fötrü taktım. torbayı cebime koydum. torba deyip geçme. böyle zamanlarda her şey lazım olur. aynada kendime baktım. dar paça kırmızı pantolonum eksik. pelin görse, itin götüne sokardı.
hızla yürüdüm, garanti’nin bankamatiği bozuk. adamın teki, “ileride galatasaray lisesi’nin orada da var,” dedi. ulan bitsin, hallolsun şu iş işte. gittim yine. bankamatikte ufak bir kuyruk. galiba ellerim titreyerek girdim şifreyi. paranın hepsini çekmek için birazından vazgeçmem gerekiyor. kıllanır mı bunlar? hiç kafam çalışmıyor, sanki hesabın bizim olduğunu bilmiyorlar. yerinde durduğuna şükret.
paraları çantanın dibine koyup yokuştan aşağı yürümeye başladım, lisenin arkasına döndüm, şapkayı elime aldım, torbaya koydum. bir taksi çevirdim. “karaköy kaptan.” kalbim atıyor. çok atıyor.
takside montu çantamdan çıkartım, inince giydim, fötrün olduğu torbayı bir çöp bidonuna attım, bir simit, iki karper (ne olsa para var artık cebimizde) ve jeton aldım, iskelenin camlarında sağımı solumu düzelttim. vapura binerken de bankamatiği denize bırakıverdim.
şimdi bir durum değerlendirmesi yapalım. artık uyumam gerekiyor ve bunun için yol yapmaktan başka çarem yok. ayrıca ne olur ne olmaz. parayı kaptık, bi terslik de çıkmadı ama istanbul’dan ayrılmalı bi süre. peki bu uyduruk kimlikle bilet alınır mı? kazım abi böyle durumlar için “ya en ucuz ya en pahalı” derdi. uçakta direk gbt’ye takılırız, varan’da falan da öyle. o zaman salaş bir otobüs şirketi bulmalı. nereye gitsem lan? vapurun sıcaklığı, çay, simit ve peynirin lezzeti nasıl gevşetti, nasıl uykum geldi. ve anında karar verdim. öyle bursa falan değil, uzun yol yapacağım, izmir olur, manisa olur, ısparta olur… bi dakka bi dakka. “ya o kapsül pelin’ime gelseydi” yazan çocuk nereliydi? hafızamı zorladım. ankara! ankara’ya gideyim.
pelin deyince burnumun direği sızladı. boynunun kokusunu özledim. böyle toplantıda falan kulağına bir şey fısıldarken duyduğum koku; biraz şampuan artığı, biraz sabun, biraz da pelin. o çocuğun pelin’i benimkinden güzeldir belki ama kimse benim pelin’im gibi olamaz.
yine burnumun direği sızladı, hatta boyun moyun diye düşünürken çıplak hali geldi aklıma, neyse ya.
vapur kadıköy’e yanaştı, hafta içi ne güzel buralar. bir evde, bir kanepede, annemin örttüğü bir battaniyenin altında olma arzusu bastırdı birden. kim bilir bir daha ne zaman…
iskelenin karşısında otobüs şirketleri var. en leşine girdim. bilet sordum, sabah yedide ankara’da olacağım. güzel. önümde altı saat var. boğa’ya doğru yürümeye başladım. oradan bahariye’ye saptım. uyku omuzlarımda ağır bir yük, taşıyamıyorum. bir kahve içsem. nero’ya girdim, sert bir kahve aldım. oturmak daha zor geldi. kahveyi içer içmez attım kendimi dışarı. ama açıldım da biraz. bahariye’den yukarı, eski havuzun oraya kadar gittim. oradan dolmuşların yolundan sahile vurayım dedim. sonra birden aklıma geldi, belediye otobüsüne binip son durağa gitsem, sonra oradan geri gelsem. çok ters bir yer olması şart değil, hiç olmazsa bostancı. yol da tıkanır bu saatte. ama ana duraktan bineyim ki oturayım. yönümü değiştirdim, ara sokaklardan, grafittilerle bezenmiş yollardan kadıköy’e indim. bizimle ilgili de yazmışlar.
otobüsteki koltuğa düştüm desem yalan olmaz. cam kenarı. dışarıda hava kararıyor. hiç sevmem bu saati. anında uykuya daldım. başım cama çarptıkça uyana uyuya bostancı’ya vardım. dört saatim kalmış. adalar’a giden gemilerin kalktığı iskelenin oraya doğru sendeledim. yine annemin örttüğü battaniye arzusu. iyice uyumadan kendimi araklayamayacağım ben.
bostancı’daki kadıköy dolmuşlarına yürüdüm. moda’ya çıksam, çay bahçesinde falan otursam. şanslıyım, dolmuşta yine cam kenarı, bağdat caddesi trafiği kilit, yüzüme vuran şıkır şıkır ışıkların altında bu sefer daha rahat uyudum. rüyamda paraları kaybediyorum, kazım abi bana küskün küskün bakıyor. ama kızmadığını da biliyorum. sonra bir sürü tatlı şey oluyor, birbirimize nasıl güvendiğimizi, birbirimizi nasıl sevdiğimizi hissediyoruz, ama hiç konuşmadan.
her güzel şeyin bir sonu var. kadıköy’e vardık, dolmuştan inip ağır ağır moda’ya yürüdüm. herkes neşeli, köpek gezdirenler, sevgililer, bu mevsimde dondurma yiyenler. ben de mi alsam, diye düşündüm, sonra masraf olmasın diye vazgeçtim. çay bahçelerinde bol bol polis olur, ne olur ne olmaz diye çay içmekten de vazgeçtim. yürüyerek tekrar kadıköy’e gitmeye karar verdim.
allahtan seviyorum yürümeyi. pelin’le yakınlaşmamız da yürüme sayesinde. toplantıdan çıkarız, bakarım bu karşı kaldırımdan yürüyor. eylem dağılır, bu yürüye yürüye uzaklaşır. derken birlikte yürümeye başladık. benimki keyfine, onunki biraz para derdine. şimdi düşünüyorum, görenler şaşırıyordu herhalde halimize, pelin o sırada benden bir baş kadar uzundu. sonra bir-iki defa sahilde oturduk. ilk sigaramı da onunla içtim galiba. ne zaman sonra, ben bir gün nasıl cesaretimi topladıysam, “kendinden kısa biriyle olmazsın sen di mi,” dedim. hafifçe gözlerini kısıp yüzüme baktı, “o çok dert değil de, yaş farkı önemli,” dedi. “sadece iki yaş,” diye itiraz ettim. “hayret bişey ya,” dedi. o aralar öyle denirdi hep. “iki yaş ama sen daha lisedesin. okulun önünden bulmuş mu desinler?” önüne bakıp kısaca güldü. lise sona geçeceğim yaz oluyordu bu konuşma, o üniversiteye gidiyordu. bir daha bu konuyu açacak cesareti bulamayacağımı, bunun son şansım olduğunu biliyordum, o yüzden bir atak daha yaptım: “beklemezsin di mi?” bir durakladı, “bakarız,” dedi ve elini uzatıp yüzümü tuttu.
yalnız bakın burası çok önemli. başparmağı yanağımda, diğer parmakları enseme doğru uzanmış, kulağım, orta ve işaret parmaklarının arasında. eli belli belirsiz değiyor. hatta onun eli tesadüfen o pozisyondayken ben gelip başımı dayamışım da sanılabilir. gözünüzün önüne geldi mi? işte öyle tuttu yüzümü, bu kadar az temasla ancak bu kadar hâkimiyet olabilir. pelin hep öyledir. yüzümü kendisine doğru çevirdi, gözlerimin içine baktı ve eğilip tam ağzımın dibinden öptü!
o andan itibaren gözüm ne ders ne de kurs gördüyse, o yıl hiçbir yeri tutturamadıysam, babam yemin ettim deyip beni oto tamircisi arkadaşının yanına çırak verdiyse, ben orada kazım abi, taylan ve ali ismail’le tanıştıysam ve şimdi cebimde sahte bir kimlikle zaman öldürmeye çalışıyorsam, inanın ki, hepsinden o öpüş sorumlu.
neyse ki o arada boy attım, pelin’in boyuna ulaşamasam da aramızdaki fark eskisi kadar göze batmaz oldu, o da beni yavaş yavaş hayatına aldı, bazen zorla, bazen de vaatlerle ders çalıştırdı. ertesi sene bilgisayar mühendisliğini kazandım. vaatler dediğimde aklınızdan cinsel şeyler geçiyorsa, doğru bildiniz. ondan ayrı kalamıyordum, ona dokunmadan yaşayamam sanıyordum. aha şimdi görüyoruz ki, bal gibi yaşarmışım.
o sene, pelin’i memnun etmek için yatakta ustalaştım. onu, karnı doymuş bir kedi yavrusu gibi gözlerini kapatmış, hafifçe gülümser halde görmek için yapmayacağım şey yoktu. pelin hep hafifçe gülümser, nasıl beceriyorsa her şeyi hafifçe yapar.
o arada annemin gönlü olsun diye derslere de çalışıyordum. diğer yandan bizimkilerle takıla takıla internetin de kurdu olmuştum. iyiydik yani. insan tam da böyle zamanlarda kendini daha cesur hissediyor.
otobüse iki saat kalmış. servisin, kalkıştan bir saat önce rıhtımdan hareket ettiğini hatırladım sevinçle. acıktım aslında ama arabada bir şeyler verirler. ağır ağır dolandım durdum, servisten yirmi dakika önce yazıhanede olmak normal, değil mi.
çay ikram ettiler, servis geldi, bindik, bekledik, ataşehir’e gittik, orada inip tekrar bekledik. uykuyla aramdaki zaman bir türlü geçmiyordu. nihayet otobüs geldi. sanki bizim binmemizi biraz daha geciktirmek için adamın biri otobüsü hortumla yıkadı.
sırt çantamı ayaklarımın dibine koydum, kilitli kayışıyla bir bacağıma bağladım, topkek ve çay bittiğinde gözlerim kapanıyordu. bu sefer, rüyasız, koyu bir uyku. molaları falan hiç fark etmedim…